GEÇMİŞİN GİZLİ YARALARI

Sanat, geçmişin gizli yaralarını bizlerle yüzleştirme imkânı sağlayabilir mi? Bu anlamlı soru, geçtiğimiz ayki Paris seyahatimde, Palais de Tokyo’da izlediğim Kader Attia & Jean-Jacques Lebel ikilisinin ortak projesi olan “One and Other” sergisinin dayanak noktasıydı. Kolaj, heykel ve büyük boyutlu enstalasyonları ile tanıdığımız Cezayir asıllı Fransız sanatçı Kader Attia ile tanışmam, 2009 yılında Londra Saatchi Gallery’de gördüğüm Ortadoğu sergisinde yer alan Ghost yerleştirmesiyle oldu. O dönemden bu yana radarımda olan sanatçının Jean-Jacques Lebel ile birlikte imza attığı bu projeyi sergiden ziyade bir araştırma laboratuvarı olarak tanımlamak mümkün. Farklı jenerasyondan iki sanatçının; Batılı ülkelerin Batılı olmayan ülkeler ve üzerindeki uygarlaştırma hareketi, kolonyalizm, kültürel emperyalizm gibi meselelere dair perspektif alışverişine ışık tutan tematik yapı, iki ana yerleştirme etrafında derinleşiyor.

Sergi alanına girer girmez baskısını hissettiren karanlık ve korku verici atmosfer, sanatçıların hedeflediği etkiyi fazlasıyla veriyor. Loş ve dramatik aydınlatmaların ağırlığında, tedirginlik hissinin omuzlarımdaki yüküyle koridorlarda dolaşırken, Attia ve Lebel’in benzer ilgi alanlarına tanık olmak eşsiz bir deneyimdi. Afrika maskeleri, sürrealist desenler, vazolar, fotoğraflar ve ahşap büstler toplayan her iki sanatçı da temelde kültürel bir yıkımın eşiğinde, yokolmaya yüz tutmuş medeniyet ve toplumları odağına alıyor. Kendisi de bir göçmen olan Attia’nın geçmişine dair izlerin öne çıktığı işler ile aynı zamanda bir aktivist olan Lebel’in çalışmaları arasındaki diyaloğun doğallığı beni çok etkiledi. Savunmasız insanlık halleri, ölüm, fanilik gibi konuları masaya yatıran sanatçılar, ortaya çok sesli ve çok katmanlı bir sergi koymayı başarmış.

Sergideki işlerden ilki Jean-Jacques Lebel’in, bez parçalarıyla adeta mumya gibi sarılmış, zombiyi andıran üç figürden oluşan yerleştirmesi. Savaş ve şiddetin yarattığı korkuyu izleyiciye tüm gerçekliğiyle hissettiren bu iş, küresel düzeyde kimliksizleştirilen mültecilerden yerel düzeydeki terörün kurbanı olan halka kadar pek çok anlamlı referansı bir arada barındırıyor.

Sergiyi gezerken karşıma çıkan diğer iş ise Afrikalı sanatçı Gonçalo Mabunda’nın ürpertici kral tahtı. Mozambik’in ulusal amblemi olan, gerilla mücadelecilerinin kullandığı AK-47 tüfekleri ile gerçek el bombaları gibi savaş malzemelerinden yapılan bu taht, bölgedeki iç savaşı işaret etmenin yanı sıra yıllar boyu bitmek bilmeyen iktidar kavgasının sırtını dayadığı insanlık dışı temeli tüm trajedisiyle aktarıyor. Büyük salonda ise Lebel ve Attia’nın; yıllar boyu biriktirdiği objelerden oluşan enstalasyon, serginin eleştirel yapısını güçlendiriyor. Dev boyuttaki metal raflarda teşhir edilen gizemli ve ilk bakışta çözülmesi güç olan nesneler, ikilinin deyimiyle korku arkeolojisinin buluntuları olarak sergideki yerini alıyor. Endüstriyel çelik raflar, batının kategorizasyon tutkusuna gönderme yaparken, üzerinde yer alanlar şiddet mağduru coğrafyaların kolektif belleğinin envanterini tutuyor. Bu raflarda gösterilenler arasında, desen kitaplarından alınmış örnekler de fazlasıyla düşündürücüydü. Alfabetik ve kronolojik sıralamayla sergilenen bu desenlerde; ihlâl etme, sınırı aşma, suç işleme gibi davranışsal temalar, şiddet içeren görüntüler ve gazete sayfalarındaki ürkütücü imajlar ile birlikte ele alınıyor. Batılı olmayan toplumlara, ilkel ve vahşi muamelesi yapıldığı 19. ve 20. yüzyıla ait bu görüntüler, Batı’nın yüksek egosunun Batılı olmayanı canavar ilan ederek zulüme layık görmesinin ve ötekileştirmesinin en rahatsız edici örnekleriydi bana göre. Aklıma kazınan bir diğer çalışma ise bir dehlizden geçerken yüzüme çarpan büyük fotoğraflardaki işkence gören asker görüntülerinin olduğu yerleştirmeydi. Guantanamo’da yaşanmış bu sahnelerin gerçekliği bir yana dünyanın içerisinde bulunduğu felaket senaryosunun tüm çıplaklığıyla yüzünüze çarpıldığını hissediyorsunuz. Korkunun; artık salt psikolojik anlamından çıkıp politik, coğrafi, ekonomik ve dini bir araç olarak kullanıldığı günümüzde, toplumları idare etmenin en kolay yolu olduğu fikrini düşündürdü bana bu iş. Gücü elinde tutanların ilk başvurduğu araç olarak korku, Batı hegemonyası zihniyetinin temelindeki taşları da bir arada tutuyor. Bunu sorgulamaya yönelik bir kapı açan Attia ve Lebel ikilisi, kodlanmış söylemlere alternatif bir ifade geliştiriyorlar.

Sergi başlığının “One and Other” olarak seçilmesi hem vuruculuk hem de yalınlık açısından yeterince etkili ve özetleyici olmuş diyebilirim. İnsanlığın baş etmeye çalıştığı trajik meselelerin vurgulandığı sergi, geçmişteki kolonyalizmi yalnızca bir hatırlatıcı olarak kullanarak aslında bugün hâlâ devam eden kolonyalist zihniyeti ve onun küresel düzeyde açtığı yaraları görünür kılıyor. Tüm detaylarıyla izleyiciyi psikolojik olarak etkisi altına alan bu yoğun sergi deneyimi benim için oldukça farklıydı. Yerleştirmeleri oluşturan tüm objelerin insan eliyle gelen ölümü anımsatması; insanı, tanrı, ölümsüzlük gibi metafiziksel kavramlar üzerine yeniden düşünmeye yönlendiriyor. Üretim pratikleri birbirinden ayrı olan bu iki sanatçının bakış açılarındaki ortaklık sonucu ortaya çıkan proje, klasik bir serginin ötesinde hem insanlık tarihine geriye dönük bir bakış hem de bireysel ve toplumsal değerleri yeniden gözden geçirme olanağı sunuyor. Kader Attia’nın; geçtiğimiz yıl post-kolonyal temalı çalışmasıyla Joan Miró ödülünü aldığını, MoMA, the Guggenheim, Tate Modern, the Centre Pompidou ve Venedik Bienali’nde varlık gösteren önemli çağdaş sanatçılardan olduğunu söylemeden geçmeyelim. Keşfetmek isteyenler için “One and Other” başlıklı sergi, 13 Mayıs tarihine dek Palais de Tokyo’da görülebilir.


print