“HİÇ BİR ŞEY KAHKAHA ATMANIN YERİNİ TUTAMAZ”

Popüler kültür ve görsel sanatlar arasındaki kesişim kümesi günümüzde iyice belirgin bir hâl aldı. Medya ve pazarlama sektörünün dijitalleşmesi, müzecilik gelenekleri ve tanıtım anlayışının çağın trendlerine entegre olmasıyla artık dünyaca ünlü ressamlar, popüler kültür imgesine dönüşmüş durumda. İzleyicinin, bu düzlemde değişen beklentilerine ayak uydurmayı önemseyen kurumlar ise sergi programlarında, içeriğiyle ilgi uyandırıcı ve konseptiyle yenilikçi prodüksiyonlara yer veriyor.

Son günlerde İngiltere’nin en çok ziyaret edilen etkinliklerinden birinin Victoria&Albert Müzesi’nde açılan Frida Kahlo sergisi olması da şaşırtıcı değil. Bu serginin asıl can alıcı noktası ise Meksikalı sanatçının resimlerinden ziyade kişisel eşyalar, belgeler ve fotoğraflarla Kahlo’nun özel yaşamına dair bir belgesel derinliği yakalamış olması. Yıllar sonra ilk kez gün ışığına çıkan bu gündelik detaylar, sanatçının trajedilerle dolu hayatına ve bunlardan beslenen sanatına ilişkin epey fikir veriyor. Serginin çıkış noktasını ve ana temasını üstlenen motivasyon ise onca dramatik olaya rağmen yaşam enerjisini kaybetmeyen Frida’nın şu sözlerinde saklı bana göre; “Hiç bir şey kahkaha atmanın yerini tutamaz.”

“Frida Kahlo: Making Her Self Up” sergisini, bir noktaya dikkat çekme konusunda oldukça başarılı bulduğumu söylemeliyim. Sanat tarihinin en ikonik isimlerinden olan Kahlo, her birine kendi elinin değdiği ve buram buram Frida kokan bu kişisel/gündelik eşyalardan bağımsız incelenemeyecek bir figür. Bu bağlamda düşünüldüğünde, birey-toplum-üretim ilişkisine odaklanarak Frida’nın yaşamının en ince ayrıntılarına kadar nüfuz etmiş olan yaratıcı potansiyeline vurgu yaptığını görüyoruz. Bugün Frida Kahlo, çok genç yaşta geçirdiği ölümcül kaza sonrasında hayata dönme gücünü yaptığı resimlerle bulan gerçek bir “survivor” olarak baş tacı edilen bir feminist sembol. Serginin genel atmosferi de bu dramatik hayat içerisinde parlayan kıvılcımı ön plana çıkaracak şekilde kurgulanmış. Elbette dokunaklı yanı epey güçlü; ancak Kahlo’nun yaşamının her detayına sirayet etmiş olan sonsuz ve canlı renkler, trajediden doğan yaşam enerjisinin ışığı olarak kendini gösteriyor. Eşi Diego Rivera tarafından saklanan ve 2004 yılına dek görülmemiş olan 200’den fazla parçanın bir araya getirildiği sergi; mücevherden giysiye, kozmetik üründen ilaca kadar her eşyayı müzelik hâle getiriyor. Frida’nın kendine has büyüleyici dünyası, bu eşyalarda da kendini gösteriyor. Kuşkusuz serginin en ilgi çekici parçaları, kendi elleriyle boyadığı protez bacağı ve renklerle bezediği korsesi diyebilirim. Sağlık problemi sebebiyle kullanmak zorunda olduğu bu iki nesneyi daha katlanılır hale getirmek ve kendisinden bir iz bırakmak amacıyla resimlendiren Kahlo’ya bu yönden hayran olmamak elde değil. Acıyı yaratıcılığa dönüştürme konusunda ustalaşmış olan sanatçının; rengarenk giysilerini, fotoğraflarındaki pozlarını ve yüz ifadelerini gördükçe nasıl ünik ve ilham verici bir figür olduğunu tekrar anlıyorsunuz.

Frida Kahlo’yu eşi Diego’dan ayrı konumlandırmak da pek mümkün değil. Kahlo’nun Rivera’ya duyduğu büyük aşkın yansımalarını sergide de rahatlıkla görebiliyoruz. Ona yazdığı mektuplar, şiirler Diego’nun, hayatında ne denli önemli bir yer kapladığının ispatı niteliğinde. Öyle ki bu bağlılığın izlerine resimlerinde de yer vererek eşine biçtiği değeri sanatıyla bütünleştirmiş. Benim en çok dikkatimi çeken, iki kaşının arasına eşinin portresini resmettiği çalışması oldu. Sonradan öğrendiğime göre dini referanslı resimlerde ve ikonalarda kutsal kişiler için yapılan bu gösterim şekli, Frida’nın Diego’yu yüceltişine yerinde bir örnek olmuş. Frida’nın zengin iç dünyasından yansıyanlar arasında elbette sağlık problemlerini akla getirenler yok değil. Bu anlamda göğüs kafesi içerisinde hapsolmuş bir kuş betimlemesi yaptığı oto-portresi, en dokunaklı işlerinden bana kalırsa. Yaşamı boyu özgürlüğünü arayan ve bunu yalnızca yaratıcılığında bulan sanatçı, kıyafetlerinden ayakkabılarına kadar her yere kendi dokunuşunu bırakmış. Bu dokunuşlar elbette kültürel bir zenginliğin de göstergesi. Protez bacağını gizlemek için tercih ettiği kabarık elbiseler, geleneksel Meksika desenlerini ve süsleme anlayışını yansıtıyor. Yaşadığı dönemin ve kültürün özgünlüğünü en üst seviyede yaşamına adapte etmiş olan Kahlo; kurguladığı bu çiçekli ve renkli dünya sayesinde acısını dindirmeye çabalamış.

Victoria&Albert Müzesi’nin, geçtiğimiz aylarda sergi tarihini açıkladığı andan itibaren merakla beklenen sergi Londra’da epey ses getirdi. Ancak açılışın ardından eleştirmenlerden gelen olumsuz yorumlar da dikkatlerden kaçmadı. Frida’nın son dönemde olağanüstü derecede mitleştirildiği ve sosyal medyanın da etkisiyle iyice popülize edildiği vurgusunu yapan yazarlara bir noktada hak vermemek elde değil. Takılarından giysilerine kadar her şeyin replikasının üretilip müze mağazasında satışa çıkarılması da bu aşırı ticarileştirilmiş yaklaşımın bir göstergesi diyebiliriz. Eleştirmenlerin üzerinde durduğu bir diğer konu ise yaşadığı trajedilerin de bu popülerliğe hizmet eder hale getirilmesi ve Frida’nın acılarını yaratıcılığa dönüştürme motivasyonunun sömürülmesi. Öyle ki sergi içeriğinin, Kahlo’yu resimlerinden ziyade protez bacağıyla tanıtma noktasına varan bir yönelimde olduğu yazarlarca dile getirilmiş. Bu açıdan bakıldığında benim de haklı bulduğum kısımlar var. Özellikle tüketim malzemesine evrilmesi konusu, bir yandan çağımızın pazarlama odaklı müzecilik anlayışıyla uyum gösterirken diğer yandan sanat tarihinde neredeyse kutsal sayılan bir figürün değersizleştirilmesi handikapına yol açıyor.

Son zamanlarda sıkça karşımıza çıkan, popüler kültür imgelerini kurumların PR materyali yapma eğiliminin, sanat tarihi ve yazımındaki etkileri nasıl olacak zamanla göreceğiz. Şimdilik pozitif tarafından bakıp herkesin sevdiği bir ressam olarak Frida’nın çok özel dünyasına adım atmak isteyenler 4 Kasım’a kadar sergiyi ziyaret edebilirler.

 


print