SU ÜZERİNDE MEDENİYETLER BULUŞMASI

Açıldığı günden beri küresel sanat sahnesine getirdiği ses dinmek bilmeyen Louvre Abu Dabi Müzesi’ne, geçen ayki seyahatimde gitme fırsatı buldum. Sabırsızlıkla beklediğim bu tanışma sırasında, hakkında onca makale ve haber okumuş olmama rağmen öngörülerimin çok üzerinde bir prodüksiyon ve sanat yapısı ile karşılaşmak beni tarifsiz derecede heyecanlandırdı. Tüm dünyadaki ekonomik istikrarsızlık elbette sanat sektörünü de etkiliyor ve işin içine bir de Fransa cephesinden gelen karşıt görüşler eklenince; müzenin açılışı, planlanan tarihten 5 yıl sonraya kalmış. Kuşkusuz bu durum hem bölgedeki hem de dünyadaki sanat profesyonelleri ve izleyicileri için sabırsızlığı ve tansiyonu daha da yükseltti. Halen devam eden yoğun ilginin, kısa vadede geçeceğini düşünmeyenlerdenim. 30 yıllığına alınan isim hakkı bedeli 525 milyon dolar olan müzede, ödünç eserlerin güvenliği için 750 milyon dolar gibi astronomik rakamlar konuşuluyor. Elbette müzeyi ve eserleri görünce bunların normal olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Otelden ayrılıp büyük bir heyecanla müzeye doğru yol alırken, otoyol boyunca dikkatimi çeken bir uygulama oldu. Belli aralıklarla yol kenarına yerleştirilmiş büyük reklam panolarında, müzedeki ikonik eserlerin görselleri görülüyor. Tam o sırada radyoda bu eserler hakkında detaylı bilgi veren bir yayın devreye giriyor. Beni hem şaşırtan hem de etkileyen bu dijital pazarlama girişiminin dünyada ilk olduğu söyleniyor. İzleyiciyi eğitmeye ve müze deneyimi içerisine eklemlemeye daha yoldayken başlayan bir idari yönetim olması oldukça dikkat çekici. Müzeye vardığımda karşımızda gördüğümüz yapının, suda yüzen devasa bir kütle olması heyecanımı ve sabırsızlığımı daha da artırdı. Mimar Jean Nouvel tarafından projelendirilen müze, futuristik tasarımın belki de en yüksek boyutlarından birine işaret ediyor. Adeta başka bir galaksiden gelen bir UFO görüntüsündeki yapı, izleyicinin hem algı ve mekân hem de hayranlık sınırlarını aynı anda zorlamayı başarıyor. Mimar Nouvel; su, hava, ateş, toprak elementleri üzerine kurguladığı tasarımıyla, kütlenin altında ezilmeyen ışığın hakimiyetini öyle muazzam bir şekilde birleştirmiş ki kendimi bambaşka bir evrende gibi hissettim.

Kuyrukta biriken büyük bir insan kalabalığını aşıp sonunda müzeye adım attığımda, medeniyetler birleşimi kavramının her köşeye sızmış olduğunu hissettim. Kalıcı koleksiyon ile turuma başlayarak; 23 galeri odasına konumlandırılmış 600’den fazla objeyi keşfe çıktım. Batı kültürüne ait olan ve batılı olmayan eserlerin yan yana sergilendiği bu odalarda; kolonyel devirden başlayan bir tarihlendirme ışığında etnik ve coğrafi temalarla bir uygarlık hikâyesi anlatılıyor. M.Ö. 10.000 yılına ait bir heykel ile günümüze ait bir yapıtı bir arada teşhir edecek düzeyde kapsayıcı bir perspektife tanık olmak zihin açıcı bir deneyimdi. Galeri odaları arasında dolaşırken izleyiciye eşlik eden harita formundaki zemin baskısı, kavimlerin göç yollarını ve uygarlık izlerini betimleyerek, insanoğlunun bu dünyadaki kültürel etkileşiminin resmini çiziyor. Sadece bu zemin işlemesi bile tüm müzenin üzerine inşa edildiği fikirsel ve tematik yapıyı özetlemeye yetiyor. Doğu Afrika’dan Çin’e, Orta Afrika’dan Mezopotamya’ya kadar uzanan göç ve komün yaşam izleri aracılığıyla, insanoğlunun serüveni, inanç ve ritüeller ışığında aktarılıyor. Bu görsel anlatıda en çok dikkatimi çeken, kadın figürüne verilen önem oldu. Doğurganlık ve yayılmanın doğal temeline işaret eden kadın imgesi, bu koleksiyondaki eserler vasıtasıyla görülüyor ki tüm medeniyetlerde ayrıcalıklı bir yere sahip. Müzenin en önemli yapıtı ise tarihteki ilk heykel olma özelliği taşıyan, Neolitik dönemden kalma, çift başlı insan heykeli. Hindistan, Mısır gibi antik uygarlıklara ait yapıtlardan Portekizli tüccarların Japonya’ya ayak basışını gösteren panoya kadar her bir detay, kültürlerarası iletişimi vurguluyor. 10. Yüzyıldan kalma çini işlerle, dönemin savaş kostümlerini tek bir çatı altında toplamak yerinde bir müzecilik vizyonu örneği bana göre.

Leonardo da Vinci’nin en az Mona Lisa kadar önemli yapıtı, “La Belle Ferronniere” ve Bellini’nin “Madonna and Child” resimleri paha biçilemez örneklerden sadece ikisi diyebilirim. Beni en çok gururlandıran ise Osman Hamdi Bey’in çok değerli tablosu ile duvardan yere kadar yayılmış Uşak işi devasa halıyı görmek oldu. Uygarlık tarihi yazımında elbette Anadolu’nun ve bu topraklardan çıkan sanatçı ve zanaatçıların önemi yadsınamaz.

Mimari bakımdan mekânla diyalog içine giren çalışmalar da göz ardı edilmemiş. Jenny Holzer’in; dikdörtgenler prizması formundaki beyaz taş kütle üzerine kendi eliyle işlediği çivi yazısı müzenin en önemli işlerinden sayılıyor. Terasta ise Gianni Pennoneni’nin siyah dalların birbirine çelik üçgenlerle bağlı olduğu büyük soyağacı, insanlığın ve uygarlığın başlangıcı fikriyle konuşuyor. Modernist bölümde; Giacometti, Duchamp, Andy Warhol, Jean Tinguely, Yves Klein ve Valdes gibi yıldızları görmek mümkün. Ai Weiwei de son dönem çağdaş sanatçılar arasından koleksiyonu taçlandıran bir diğer isim. Zhang Huan’ın Soyağacı serisi, yine müzenin genel kurgusu ve tarihsel/kültürel diyalog temasıyla çok güzel uyuşuyor.

Tüm galeri odalarını gezdikten sonra tekrar uzun uzun incelediğim yapının mimarisi gerçekten de büyüleyici. Özellikle tavan tasarımının hem kozmik bir görselliği andırması hem de çok sevdiğim çağdaş sanatçı Susan Hefuna’nın Mashrabiya serisini anımsatması benim için değerli bir ayrıntıydı. Fantastik bir film stüdyosundaymışım gibi hissettiren müzenin, genel tasarımındaki kavramsal konumlandırma da futuristik detaylarla örtüşüyor.

Bölgedeki dergi ve reklamlarda, herkese yeni bir ışık getireceği sloganını vurgulayan Louvre Abu Dabi, bu misyonu şimdiden yerine getirmiş görünüyor. Hem yerel hem de küresel bağlamda kültürlerarası bir diyaloğun başlangıcını üstlenen Abu Dabi’nin, Arap Yarımadası’da domino etkisi yaratacağı konuşuluyor. Guggenheim’ın da bölgede bir projesi olduğu kulağıma gelenler arasında.

 


print