Sanatın Mekke’si Londra

New York’un dünyanın en önemli kültür ve sanat merkezi olduğuna inananlardandım. Ancak bence Londra son senelerde, New York’u bu anlamda geçmiş durumda. Çok önemli sergilerin ardı ardına açıldığı bu şehirde geçen hafta Lucien Freud, Yayoi Kusama, Damien Hirst, Boetti, Picasso, Gilbert & George gibi çağdaş sanatın önemli isimlerinin ve modern İngiliz sanatının önemli sanatçılarının mukayeseli sergilerini görme şansını elde ettim. Beni en çok etkileyen Lucien Freud’un “National Portrait Galeri” deki sergisiydi. 20. ve 21. yy’ın en önemli sanatçısı olarak bilinen Alman asıllı İngiliz sanatçı kendi jenerasyonuna öncü olmuş ve görsel zekâsı ile muhteşem tablolara imza atmıştır. Retrospektif tadındaki bu sergi, sanatçının 70 yıllık kariyerini kronolojik bir kurguyla sanatseverlere sunuyor.

Freud’un 1940-2011 yılları arasındaki işlerinin sergilendiği bu tarihi binada gezerken sanatçının stilinin ve tekniğinin değişim evrelerini açık ve net görebiliyorum. 1940 ve 1960 yılları arasında samur tüyünden fırça ile yaptığı küçük ebattaki portreler, 60’lı yıllarda yerini Hoax tüyünden yapılmış fırça darbelerinin daha kuvvetli, daha enerjik, boya kalitesinin ve boyama tekniğinin farklı olduğu portrelere bırakıyor. 80’li yıllardan 2000‘li yıllara kadar sanatçının büyük ebatlı portrelerde kendini daha iyi ifade ettiğini fark ediyorum. Bence Freud’un portrelerinin başarılı olmasının iki sebebi var: İlki, model olarak kullandığı insanlar ile birebir ilişkide olması. Arkadaşlarının, sevgililerinin ve aristokrat insanların onunla; duygusal, psikolojik hatta erotik bir ilişki içinde olmaları, sanatçının portrelerinin gerçekçi ve dramatik olmasının ana kaynağı. İkinci sebep; klasik portrelerde doğal olmayan bir ortamda poz veren bir model, sanatçı ile daima göz temasında olur ki sanatçı modelden aldığı hissi resme yansıtabilsin. Fakat Freud’un potrelerinde model ile sanatçı çok nadir göz temasında bulunur. Böylelikle sanatçıdan farklı noktalara bakan model, Freud portrelerinin daha gerçekçi olmasını sağlar.

Realist sanatçı Freud, bu otobiyografik portrelerde insanların iç dünyalarını yansıtarak onların zayıf noktalarını; başka bir deyişle onların karakterlerinin nazik yönlerini büyük bir ustalıkla tablolarına aktarır. Sergiyi gezerken bu kişilerin gözleri ile sizi takip ettiğini sezinlersiniz. Hatırladığım bir röportajında Freud şöyle der: “Tablolarımda daima dramı resmetmek istemişimdir. Onun içindir ki insanların portrelerini yapmak en büyük zevkim. Çünkü; en basit insan jesti ya da mimiği o insanın en basit hayat hikayesini anlatır bana.”

1950’den itibaren portre yapmaya başlayan fenomen sanatçı; genelde oturan ya da yatan figürler resmetmiştir. Kendi deyimiyle stüdyosundaki “Psikoanalitik Divan”ın üzerinde modeller, çıplak olarak en doğal halleriyle poz verirler. Onlarla günlerce sohbet eden sanatçı bir psikolog gibi bu modelleri analiz eder. Sanatçı bu içsel yolculukta insanların korkularını, bastırılmış duygularını, içlerindeki şiddeti, marjinalliklerini yüzeye çıkararak gördüğü gerçekleri tablolarına başarılı bir şekilde aktarır. O, dünyayı kendi stüdyosundan göründüğü gibi tablolarına yansıtmıştır; stüdyo bir bakıma analitik bir mekân olmuştur sanatçı için. Onun içindir ki portreleri bu denli gerçekçidir. Resimlerinde beyaz boyanın içine kattığı kurşunoksit malzeme ile verdiği gerçekçi etki, sanatçının figüratif sanata farklı ve yeni bir bakış açısı getirerek, kendi jenerasyonunda bir öncü olmasına neden olmuştur. Kullandığı bu teknikle insan teninin (human flesh) gerçekliğini bu derece iyi resmeden başka bir sanatçı tanımıyorum. Yakın arkadaşı Francis Bacon, Freud’a her zaman hayat ve resim yapmak arasındaki kuvvetli ilişkinin, onun yaşamında daima önemli bir rol oynayacağını vurgulamıştır (Life & Painting).

Serginin sonlarına yaklaştığımda büyük bir salona giriyorum. Burada 80’lerden günümüze değin yapılan işler sergileniyor. 80’li yıllarda yaptığı büyük ebattaki şişman kadın tiplemeleri, sanatçının ifadesi ile “venüs tanrıçasını” andıran tiplemeleri kariyerinin en önemli portrelerini oluşturuyor. Bu başarılı portrelerden biri olan “Benefits Supervisor Sleeping” adlı tablosu 2008 yılında Christie’s Müzayede’sinde 33 milyon dolara Roman Abramovich’e satılmıştı. 90‘lı ve 2000’li yıllarda tabloları daha teatral, daha anıtsal bir biçim alıyor. Ön çizim olmadan yapılan bu portreler, merkezden başlayarak tablonun tamamına yayılıyor. Işık ve gölgeyi başarılı bir şekilde kullanan sanatçı, modellerin en karakteristik özelliklerini ustaca dışarı vuruyor. İlgimi çeken diğer işler ise sergi girişinde bulunan çizimlerdi; sanatçının kariyerinin önemli yapı taşlarını oluşturan ve bana Dürer’i hatırlatan bu çizimler hakikaten dikkate değerdi.
Londra’da gördüğüm bahar sergilerinden edindiğim izlenim şu ki günümüzde galeri ve müze sergileri düzenleyen küratörler; sınıf, cinsiyet, feminizm, şiddet ve sosyopolitik yaklaşımlarla insanlarda farkındalık uyandırma ve bu konularda tartışma platformu oluşturmak isteğini taşıyorlar. 2012’nin en etkileyici ve özel sergilerinden biri Freud sergisi, bende tekrar tekrar görme isteği yarattı. Bu haftaki yazımı Montesquieu‘dan bir alıntı ile bitireceğim: “ Büyük işler başarmak için üstün yetenekli olmak gerekmez. İnsanüstü değil, ama insanların içinde onlarla birlikte olmak gerekir.”  Bence Freud’un tek çıplak gerçeği de buydu.


print