50 YILIN GİZLİ HAZİNELERİ

Geçtiğimiz ay Fahrelnissa Zeid sergisi vesilesiyle gittiğim Londra’da, muhteşem bir sergi daha izleme fırsatı buldum. Tate Modern, ünlü İsviçreli heykeltıraş ve ressam Alberto Giacometti’nin son yıllarda yapılmış en kapsamlı retrospektifini sanatseverlerle buluşturdu. Hemen herkesçe bilinen ikonik heykellerinin yanı sıra ilk kez gün ışığına çıkan desenleri, çamur ve seramik işleri de sanatçının 50 yılı aşkın kariyerinin gizli hazineleri niteliğinde. 20. yüzyılın önde gelen Modernist sanatçıları arasındaki yeri tartışılmaz olan Giacometti, en az Matisse, Picasso, Rodin kadar sanat tarihine damga vurmuş bir isim. Sanatçının 250’den fazla eserinin muazzam bir kürasyon ve tasarımla bir araya getirildiği serginin açılışını yapan, farklı malzemelerden üretilmiş, her biri başka ifadeyle izleyiciye bakan, yan yana dizilmiş baş heykelleri tek kelimeyle büyüleyici.

Giacometti’nin yapıtları, tek bir kariyere sığdırılmış, birden fazla ama tutarlı bir akışla dönüşen stillerin hayat bulduğu kaynaklar gibi diyebiliriz. Sanat tarihçiler tarafından erken dönem oymalarından son dönem portrelerine dek Sürrealizm’den Kübizm’e, Ekspresyonizm’den Formalizm’e çeşitli akımlara dahil edilen çalışmalar, tüm bu süreçlerden paylarına düşeni alarak olgunlaştırılmış. Kıtaları kasıp kavuran o korkunç yıllarda, 2. Dünya Savaşı’nın en acılı anlarına şahit olmuş biri olan Giacometti, çağdaşı olan diğer sanatçılar arasında, savaşın, bireyin zihninde ve ruhunda açtığı yaraları en iyi tasvir edenlerden oldu. Yıkım, şiddet, korku ve bitmek bilmeyen travmaların bir insanı neye çevirdiğinin cevabını heykelleriyle veren sanatçı, her şeye rağmen ayakta kalabilen figürler yaratarak görülmesi çok zor olan umut kırıntıları da saklamış derinlere.

İsviçre’nin İtalyanca konuşulan bölgesinde büyüyen Giacometti, Rönesans ustalarına diğer çağdaşlarından daha meraklı olmasıyla biliniyor. Erken dönem işlerinde bu etkileri yakalamak mümkün ancak giderek yayılan Gerçeküstücülük ile olan ilişkisi, formları manipüle etmeye kadar varan bir değişimi mümkün kılıyor. Freud gibi düşünürlerin fikirlerine ilgi duyan sanatçı, savaş sonrasında Varoluşçu felsefenin derinliklerine dalarak “yalnızca gerçeği arama” düsturuyla heykellerine hayat veriyor. Hayatı ve dünyayı algılayışını kökünden değiştiren bu dönem, sanatçının, kendi kabuslarında küle dönüşen insanları betimlediği dramatik, karamsar ve bir o kadar etkileyici baş yapıtlara imza atmasına sebep oluyor. Modernizmin savunularından esinle gerçeği kendi gördüğü haliyle biçime döken Giacometti, bu bakış açısını en dokunaklı ve doğrudan yansıtabileceği model olarak insan figürünü seçiyor.

1945 sonrasına tarihlenen bronz heykellerinin muhteşemliği bir yana 1930’larda Kübizm ve Sürrealizm etkisindeki yıllarda ürettiği minimal heykellerini de nefes kesici bulduğumu söylemeliyim. Özellikle “Disagreeable Object” ve “Suspended Ball” isimli çalışmalarındaki görsel dil, erotik çağrışımlarla gerçeküstü arayışlar arasında dengeyle süzülüyor. Modernist heykelin ustalarından Brancusi’nin yapıtlarıyla formal bir diyalog içinde olan bu eserler, yalnızca imgelerin baş rolde olduğu muhteşem üretimler. Bu yalınlaştırılmış heykel fikrinin ortaya çıkışını ise görür görmez etkisine girdiğim “Spoon Woman” yapıtıyla başlatabiliriz.

Sanatçının, ilk kez bir kadını tasvir ettiği ve yıllarca gösterilmemiş bu eserin karşısından uzun bir zaman ayrılamadım. Bir yanda primitif sanata olan ilgisinin bir sonucu olarak Afrika kültürü ve ritüellerinden aldığı ilhamla, diğer yanda malzemeyle mümkün olan en sade ifade dilini geliştirme çabası birleşince ortaya bu şaheser diyebileceğim kaşık yüzlü kadın heykeli çıkmış. Giacometti’nin antikiteye merakı, Mısır sanatına da eğilmesiyle devam etmiş. Figürlerin biçim kazanma aşamasında bakış açısını zenginleştirecek ve derinleştirecek bir arayışa giren sanatçı, primitivizm ile birlikte Mısır sanatının form anlayışına yönelmiş.  Benzer bir eğilim gösteren, pek çok çağdaşından farklı olarak yeniden yorumlamanın ötesine giderek stilize edilmiş, güçlü heykeller ortaya koymuş. Sergide izleyiciyle buluşmayı bekleyen işler arasında, geçtiğimiz yıllarda Christie’s müzayedesinde 141 milyon dolara alıcı bularak en pahalı modernist heykel olma özelliği kazanan “Man Pointing” de var. Ayrıca yine 2010 yılındaki bir müzayedede rekor fiyata satılan, herkesin aşina olduğu ünlü eseri “Walking Man” de serginin yıldızlarından.

Giacometti, kariyeri boyunca birbirinden farklı görselliğe sahip ancak ortak bir fikirsel zemine oturan işler üretmekte ustalaşmış bir isim. Bana göre işlerinin geneline yayılan karamsarlık perdesinin arkasında, yaşama hatta yaşamın anlamını bulmaya olan tutkusunu sezmek mümkün. Savaş döneminde ürettiği “Silvio Standing With His Hands in His Pockets” isimli heykeli bunun en güzel örneklerinden. İnsan olmanın doğasındaki umut ve beklenti dolu ruh halini bu eser bana fazlasıyla hissettirdi. Giacometti’nin işlerindeki ruhsal derinliği, stüdyosunda çekilen bir röportaj filmindeki sözlerinden de anlamlandırabiliyoruz. Sanatçı, bir yandan elindeki heykelin gözlerini çalışırken sanatında en önemsediği şeyin gözler olduğunu belirtir. Giacometti’ye göre bireyin iç dünyasını maskesiz bir şekilde dışarı yansıtan gözler, heykele derinliği veren unsurdur.

Giacometti, eserlerinde model olarak kardeşi Diego, eşi Annette ve sevgilisi Caroline gibi yakın çevresinden insanları kullanmasıyla biliniyor. Bu durumun işlerine yansıttığı içsel zenginliğin yanı sıra klasik perspektif unsurlarına başvurmadığı için bu kişilerin silüetlerini hafızasında tutarak deneysel bir yola da giriyor. Çok yönlü bir kişiliğe sahip olan Giacometti 1930’larda vazo, lamba, duvar rölyefi gibi dekoratif tasarımlara hatta opera sahnesi alanına da el atıyor. Dönemin tanınmış iç mimarlarından Jean Michel Frank ile işbirliği yapan sanatçının bu tasarımları Vogue ve Harper’s Bazaar gibi dergilere de konu olmuş. Frank’ın mesleki çevresinde zamanla ayrıcalıklı bir konuma gelen Giacometti, bu alana da en az heykel sanatı kadar değer verdiğini her fırsatta dile getirmiş. Öyle ki bu dekorasyon objesi tasarlama sürecinin heykeltıraş kimliğini farklı açılardan beslediğini bile belirtmiş.

Sanat tarihindeki en nitelikli ve kuvvetli eserlerin sahibi bu heykeltıraşın yaşamının ve üretim pratiğinin her dönemine şahit olmak çok keyifli bir deneyimdi benim için. Tate Modern gerçekten de büyük bir prodüksiyona imza atarak Giacometti’nin adına yakışır nitelikte, doyurucu bir retrospektif ortaya koymuş. Bu büyük ustanın hayal dünyasından gerçekliğe ulaştırdığı insanlarını, sarsıntılı bir dönemin gölgesinde vücut bulmuş kırılgan bir dışavurumun ışığında tanımak için Londra’ya gitmeye değer. Sergi 10 Eylül’e dek devam ediyor.


print