İçinde bulunduğumuz küresel kriz dönemi nedeniyle paylaşım alanlarımızın kısıtlandığı şu günlerde, sanatın iyileştirici gücünü hatırlatan bir soru-cevap köşesi hazırladım bu hafta sizlere. İşlerini severek takip ettiğim, başarılı çağdaş sanatçılarımıza yönelttiğim iki sorunun yanıtlarıyla hem biraz daha zihnimizi gündemden uzaklaştırmış hem de keyifli bir bilgi paylaşımında bulunmuş oluruz. Keyifli okumalar.
- Sizi en çok etkileyen sanat eseri hangisi/hangileri oldu? Sanatçı, teknik, malzeme, disiplin, kavram açısından nedenlerini paylaşır mısınız?
- Pratiğinizde bu eserin/kavramsal temanın etkileri oldu mu, ne şekilde?
Gülsün Karamustafa: Orta okula yeni başladığım yıllar olmalı, bir gün babam bana bir hediye getirdi. İçinde önemli ressamlara ait çocuk portrelerinin renkli reprodüksüyonlarını içeren kitap formatında bir portfolyo idi bu. Sayfalarını tek tek ayrıştırarak çerçeveletmek mümkündü. Sözünü ettiğim tarihlerde renkli baskı çok özel bir şeydi. Ancak Skira veya bazi ozel yayınevlerinin ürettiği nadir bir üründü. Dolayısıyla bu müthiş bir hediyeydi benim için. O zamanlar ben güzel resim yapan ve ilerde ressam olmayı hayal eden bir küçük bir kızdım ve bu dosyanın içinden seçtiğim, beni en çok etkileyen resim Picasso’dan “Güvercinli Çocuk” (Child with a Dove) Güzel Sanatlar Akademisi’ne girene kadar duvarımda asılı durdu. Bu naif görünümlü erken dönem Picasso’nun bilinç altı etkisinin daha sonraki işlerimde bir biçimde su yüzüne çıktığını düşünürüm.
Bence Picasso’nun “Güvercinli Çocuk”u bir ikondur. İkibinli yılların başında diğer güncel sanat işlerimin yanısıra “Vadedilmiş Resimler” adlı seriye başladığımda bu ilişkiyi hiç düşünmemiştim. Bu resimler ressamlığımla yeniden ilişki kurmamı sağlarken beni kendi coğrafyama ait ikon geleneği ile de buluşturmuştu. Ama şimdi herşeyi yeniden değerlendirdiğimde, kendine has bir akış içinde sürekliliğini koruyarak ilerleyen ve nerede sonlanacağını bilemediğim bu resim serisi ile çocukluğumun küçük Picasso ikonunun sağlam bir bağlantısı olduğuna inanıyorum.
Aslı Çavuşoğlu: Sanat pratiğimde ilk döneminden bu zamana kadar, farklı coğrafyalardan çeşitli sanatçıların eserleri, projeleri, sanatçı kitapları, kavramsal içerikleri doğrultusunda sergileme yöntemleri ve tercih ettikleri medyumları ile bana ilham kaynağı oldu. Farklı mecralar kullanarak çalışan bir sanatçı olarak, beslendiğim konuları projelerimde farklı roller üstlenerek gerçekleştirdim. Bu doğrultuda ilgimi çeken sanat eserleri ve sanatçılar da dönem dönem farklılık gösterdiğinden, beni en çok etkileyen sanat eserini seçmem çok zor.
Ancak son zamanlarda Türkiye’den Mert Öztekin’in işlerini merakla takip ettiğimi söyleyebilirim. Kağıt dışında farklı materyalleri de kullanarak yaptığı resimler ve bunları sunma yöntemleri oldukça heyecan verici. Bana ‘rastgele’ sözcüğünü çağrıştıran objeler, Mert’in denediği metotlarla kendilerini sıradanlıktan sıyırıyor.
Ferhat Özgür: 2019 Venedik Bienali’nde Gana Pavyonu’nda daki sanatçılardan Johh Akomfrah’ın “Sea of Whiteness” ve 2015’te yine aynı bienalde sergilediği “Vertigo Sea” adlı üç kanallı video yerleştirmeleri nefes kesiciydi. Akomfrah çok yakından takip ettiğim bir sanatçı. Daha genç bir sanatçı da Tayland’lı Korakrit Arunanondchai’nin “With History in a Room Filled With People with Funny Names” adlı üç kanallı video enstelasyonları da aynı şekilde büyüleyici bir etkiye sahip. Çünkü her iki sanatçının yapıtlarında da siyasi, kültürel, politik, doğal, biyolojik felaketleri ve travmaları yarı soyut yarı gerçekçi bir dil ile ele alıyorlar.
Bu sanatçılarla aramda doğal bir yakınlık bulunduğunu hissettim. Konular ve temalar hepimizin ortak malı, önemli olan onları kendi açımızdan nasıl yorumladığımız. Bir sanatçı o konuyu ele aldı diye başka bir sanatçının onu ele almaması çok yanlış. Videoda gerçek görüntüler aracılığıyla soyut, dramatik ve masalsı bir anlatımı araştırdığım için bu sanatçılarla aramda güçlü bir bağ hissettim.
Fırat Engin: Beni etkileyen eski ve yeni tarihli çok fazla eser var. Ama son zamanlarda aklımda kalan en etkileyici işlerden biri kesinlikle Ayşe Erkmen’in “Su Üstünde” başlıklı çalışmasıdır. Bu çalışma 2017 yılında Skulptur Projekte Münster kapsamında Münster’in iç limanında yer alan sosyal yaşamın aktif olduğu bir bölge olan Nordkai (kuzey iskelesi) ile sanayileşmiş Südkai (güney iskelesi) bölgesi arasındaki nehir üzerinde gerçekleştirilmiştir. Erkmen çalışmasında mekanın; mimari, sosyolojik, politik ve kültürel anlamlarını tam bir görünmezlik fikri üzerinden son derece yalın ve şiirsel bir eylem üzerinden ele almıştır: Suyun üzerinde yürüyen insanlar. Çalışmada izleyici artık Erkmen’in sadece deneyimini paylaşan değil, doğrudan işi tamamlamayan bir katılımcı olarak Erkmen’in nesnesi haline gelmiştir. Bunun dışında çalışmada başka hiç bir unsur gözükmez. Bu yanıyla çalışma aslında görünmez nesne, görünmez mekan, görünmez atölye, görünmez teknik ilişkisi üzerinden kurgulanmıştır. Bu bence müthiş bir şey.
Kendi çalışmalarımda bu işin doğrudan bir etkisinin olduğunu söyleyemem. Ama Ayşe Erkmen’in genel anlamda nesne, mekan, teknik, malzeme ve kavram üzerine düşünme yönelimini kendime yakın buluyorum. Bir nesne üretmenin birincil bir yöntem olmadığına, varolan “bir şeyin ki her şey olabilir” sanat yapıtı olarak potansiyelinin açığa çıkarılma deneyimini ön planda tutuyorum, bence bu Erkmen’de de, bende de temel stratejilerden biri.
Kezban Arca Batıbeki: Aklıma gelen iki isim var. William Kentridge ve Neo Rauch. Kentridge’in özellikle animasyon, desenler ve halılarının, Rauch’un ise muhteşem resimlerinin hayranıyım. Kentridge’in, Documenta’nın 13. Edisyonunda, sergilediği The Refusal of Time adlı video enstalasyonu hala gözümün önünde.
Kentridge’in, Avrupa Kolonyalizmine; Harvard’dan, tarih, bilim ve matematik Profesörleriyle işbirliği yaparak ortaya çıkardığı bakış açısı, olağanüstü bir çalışma. Plastik açıdan kendime yakın bulduğum pek çok öge de barındırıyordu ama asıl beni etkileyen; akademik disiplinler arası yapılan ortak çalışmanın ortaya çıkardığı görsel sanat eseri oldu.
Selma Gürbüz: Sanat tarihinde binlerce eser, ayrıca tarihte binlerce ismini bilmediğimiz ancak gezerek görerek keşfettiğim duvar resimleri, taş oymalar, heykeller ve mimari yapılarıyla benim içime işleyen, sanatımı etkileyen o kadar eser var ki, hangisinden başlasam diye düşünüyorum. O yüzden size bahsedeceğim bu liste her zaman değişebilir.
Çağdaşlardan Joseph Beuys. Lucian Freud’un Reflection serisi ve Freud with whippet’i beni her zaman etkiler. Lucas Cranach’ın Adam and Eve eseri beni coşturan bir resimdir. The Virgin and Child with a Brunch Of Grapes eseriyle de rönesansın etkisini derinden hissettirir. Katsushika Hokusai: Japon ressam. Özellikle 19. yy başlarındaki Futaki Otuz Altı Manzara’ sı, beni El Greco ve Van Gogh ile ilişkisi anlamında da çok etkiler. Bu iki sanatçının manzaraları, Hokusai ile konu benzerlikleri anlamında şaşırtıcıdırlar. El Greco: İspanyol ressamın Toledo Manzarası, batı sanatında gökyüzünün en önemli tasvirlerindendir. Christ Carrying the Cross – Absolute Fullest rönesansın melankolik resimleridir.
Güneş Terkol: Mimar Sinan Üniversitesinde resim bölümünde öğrenciyken etkilendiğim bir sanatçı Ghada Amer oldu. 1963 Kahire doğumlu sanatçı, malzemesi iğne ve iplikle düz yüzeyleri dikişle şekillendiriyor. Alberto Giacometti, Cy Twombly‘i hatırlatan resimleri, tekstil desenleriyle de benzerlik kurar. Çiftlenen ve dörtlenen figürler ortaya koyar. Yaptığı kaydırmalar ve bıraktığı uzun iplikler kadın figürlerinin verdiği görselliği perdeler. İmgenin okunmasını geciktiren katmanlı bir imge bütünü içerir resimleri. İmgelerini domestik ve ‘kadınsı’ bir araçla dile getirir. İğne, fırçanın yerine geçerek tuvale girer. İşlemenin domestik aracılığı ile yağlıboyaya ve modernizmin estetik ideolojisinin özüne eklenir. Amer’in hem görsel hem de dokunsal hazza, maddi şehvet ve beceriye dayanan resimleri beni de çok etkilemiştir.
Evet, kesinlikle bir etkisi oldu. Malzeme arayışında olduğum bir dönem bana güç verdi. Sanat tarihi içerisinde, kadının toplum içindeki varlığının temsil edilme biçimlerinden biri olan dikişin sanat eserine taşınmasının örneklerinden biri olan Ghada Amer’in işleri bana kapılar açtı. Bu sayede dikiş ile yaptığım işlerde hem kendi hem de kadın meselelerini anlatan işler üretmeye başladım. Yıllar geçtikçe kendi renklendirdiğim ince kumaşlar ve üzerine diktiğim fantastikler, rüyalar ve anılar ortaya çıkmaya başladı.