Türkiye’de modernizmin öncü isimlerinden Fahrelnissa Zeid’in Tate Modern’deki retrospektifinin ardından; Dirimart galeri, bu yılın ses getiren prodüksiyonlarından biriyle sanatseverleri heyecanlandırdı. Zeid’in sanat üretiminde ayrıcalıklı bir yere sahip portre eserlerinden bir seçkiyi izleyiciyle buluşturan Dirimart, sanatçının oğlu Prens Raad bin Zeid’i de İstanbul’da ağırladı. Özel koleksiyonlardan ve Amman’dan derlenen eserleri kapsayan bu harika sergi vesilesiyle Prens Raad ile tanışma ve keyifli bir söyleşi yapma fırsatı buldum. Bu haftaki yazımda sizlerle Zeid’in yaşamı ve sanatına dair sergi özelinde ayrıntıları ve söyleşinin satırbaşlarını paylaşmak istiyorum.
Zeid’in gençliğinde başladığı ancak asıl olarak 1975 sonrası Ürdün döneminde ağırlık verdiği portreleri apayrı bir sanat tarihsel incelemeyi hak ediyor. Prens Raad’ın aktardığına göre ilk kez 14 yaşındayken anneannesinin suluboya resmini yapmış olan sanatçının hayatı da eserleri kadar renkliymiş. 19 yaşında İstanbul’daki Sanat Akademisi’ne girme başarısı gösteren tek kadın olan Zeid, önceleri mütevazı çalışmalarıyla yakın çevresinde varlık gösteriyordu. Erken yaşlardaki ilk evliliğinden olan oğlu Nejad Devrim ile aralarında, sanatsal rekabetin öne çıkan bir unsur olduğu çevrelerince bilinen bir durum; öyle ki bunu sorduğumda prensin yanıtı şu oldu: “Dram, dram, dram.” Kendi ailesinin de sanat ve siyaset altyapısıyla donatılmış olması ve ikinci evliliğinde eşinin mesleği nedeniyle tanıştığı kişiler ve bulunduğu yerler, Zeid’in 30’lu yaşlarında hakettiği konuma ulaşmasını sağlamış.
Prens Raad, annesinin Türkiyeli kimliğinden daima gurur duyduğunu, bulunduğu ülkelerde ve zümrelerdeki nüfuzunun çok yüksek olduğunu vurguluyor. Renkli kişiliğiyle dikkat çeken Zeid’in avangart bir figür olduğu konusundaki fikrimi Prens de “kesinlikle” diyerek destekliyor; annesinin gösterişli giyinmeyi ve sosyalleşmeyi seven, kuvvetli karakteriyle insanlarda etki bırakan bir kadın olduğundan bahsediyor. Dünyanın pek çok yerinde müzeleri, sergileri gezme şansı olmuş, çok önemli sanatçılarla tanışıklık etmiş olan Zeid’in yaşamının en mutlu dönemleri, Londra ve Paris yılları olarak anlatılıyor. Eşinin işi nedeniyle taşındıkları Amman’da uzun yıllar yaşayan sanatçı, Avrupa sanat camiasına olan özlemini, oradaki akademide kadın ressamları eğiterek hafifletmiş. Sanatını besleyen Paris ve Londra’dan sonra pek doyurucu bulmadığı bu şehirde, üretimleri de evrilmeye başlıyor. Portreye ağırlık vererek formun ve rengin baş role geçtiği eserleriyle farklı bir çizgide ilerleyen Zeid için yeni bir dönem başlamış oluyor. Çoğunlukla aile fertlerini, yakın dostlarını ve öğrencilerini tasvir ettiği portrelerini, biçimsel değil tamamen duygusal bir aktarım olarak gören sanatçı; modelde dışarıdan fark edilmeyen bir ruh halini resmetmeyi amaçlamış daima. Kendi deyimiyle; formdan çok daha kuvvetli, formun ötesinde bir keşfetme meselesi olarak tanımladığı portre resimleri; modelin iç dünyasını, ruhunun derinliklerini kapsayan bir psikolojik gözlem alanı niteliği taşır. “Yüzlerce portre yapılabilir ancak her seferinde farklı bir sonuç ortaya çıkar, fotoğraftan farkı içerdiği bu ruhtur.” diyen Zeid’in bu sözlerine benzer ifadeleri, çok daha sonra yaşamış olan ünlü ressam Lucien Freud’un kullanması da Zeid’in öncü kişiliğinin bir göstergesi bana göre.
Resimlerine başlamadan önce fikirlerini not eden, bunları tekrar şekillendirip, rafine ettikten ve sağlam temellere oturttuktan sonra üretime başlayan sanatçının özellikle erken dönem çalışmalarında Bizans ve İslam sanatından, çini ve mozaik estetiğinden çok etkilendiğini özellikle belirtiyor oğlu Prens Raad. Bağdat’ta yaşadığı dönemde, soyutlamaya olan ilgisinde yoğun bir artış gözlemleniyor ve yerel kıyafetler, renkler, evlerin pencerelerindeki kafes örgü desenleri, bu kafeslerin ardından kıpırdanan gölgeler başlıca ilham kaynakları oluyor. Prens Raad; annesinin gençlik dönemindeki çizgileriyle olgunluk dönemindeki eğilimi arasında dikkat çeken nüanslar olduğunu ve bu nüansların annesinin yaşamındaki farklı dönem ve koşulları yansıttığına değiniyor. Ne klasik ne de realist türe ait olan, hepsinden ayrı bir özgünlükle kendi abstrakt dünyasını var eden Zeid, islam sanatıyla ilgili ressamlar arasında geometrik yoğunluğu kullanışı ve büyük boyutlu yapıtları nedeniyle de ayrıcalıklı bir yere sahip.
Dirimart’taki seçki, sanatçının geniş bir skalada ilerlemiş olan portrelerini de karşılaştırmalı bir sunumla göz önüne seriyor. Başlangıç dönemi olan 1960’lardan taşıdığı statik kompozisyonlara, stilize modellere, büyük gözlerle kategorize edilmiş ifadeciliğe yeni eklemeler yaparak dışavurumcu cloisonnisme [bölmeli mine] yaklaşımı benimseyen Zeid; akademik olandan bağımsızlaşmanın izlerini tuvale aktarmış. Resmettiği kişinin karakteriyle sade renkleri bir araya getirdiği figüratif dışavurumcu bir yaklaşım olarak nitelenebilecek çalışmaları; sanatçının, portrelerin görüntüyü taklit etmesindense “hayat vermesi” gerektiğine inanan tavrını öne çıkartıyor. Soyut resimlerindeki dinamizmin ve sürekliliğin portre resimlerinde de yer bulduğu cesur üslubuyla modern sanat tarihindeki özel konumunu bana tekrar hatırlattı diyebilirim.
Prens ile birlikte sergiyi gezerken kendimi adeta bir yakın tarih araştırması içerisinde hissettim. Bir-iki isim dışında oğlunun neredeyse tümünü tanıdığı birbirinden önemli figürlerin ve dostlarının resimleriyle, Prens Raad’ın kendi portresini, hatta prensin oğullarının ve kızının portrelerini birlikte incelemek muazzam bir duyguydu. Kızının portresinin önünde; “ayrıca kızım da bir ressam ve bu bizim genlerimizde var” diyerek bu durumdan memnuniyetini dile getiren Prens Raad ortaya çıkan sergiden çok etkilendiğini her fırsatta vurguladı. Çocukluğundan tanıdığı yüzlerin arasında gezinirken heyecanı gözlerinden okunuyordu diyebilirim. Sanatçının soyut sonrası dönemini yansıtan sergiyi gezerken annesinin yaşamından ipuçları vermeye devam eden Prens Raad; Zeid’in resim yaparken tamamen içine kapandığından, tüm dünyayla neredeyse iletişimi kestiğinden bahsediyor. Saatlerce kimseyi duymadan resmine odaklanan Zeid’in çok sevdiği bir yakın arkadaşının vefatından sonra yaptığı “My Hell” isimli işindense özellikle söz ediyor. Bu derin kaybın ardından hayatın gelip geçiciliği fikrinden aldığı ilhamla ürettiği resim, sanatçının kariyerindeki en değerli parçalarından biri.
Annesinin ölene dek resim yapmayı bırakmadığını, hasta yatağında devam edebilsin diye uzun bir fırça alarak resim yapmaya devam etmesini29 sağladıklarını anlatan Prens Raad, esprili bir öyküyle de söyleşiyi tamamladı. Yaş günlerini çok önemseyen ve sağlığında hiç bir doğumgününü kaçırmayan Zeid’in ölümünden sonra, sembolik de olsa kutladıkları doğumgününü unuttukları bir gün, evdeki bir tablonun durup dururken yere düşmesini hayretle anlatıyor. O günden beri bizi halen daha gözetlediğine inanıyorum diyen Prens Raad tıpkı annesi gibi renkli kişiliğiyle sergi deneyimimi zenginleştirdi.
Dirimart’ta 5 Nisan tarihine dek devam eden sergiyi görülecekler listenize mutlaka eklemelisiniz.