Bu haftaki yazımda Erciyes Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Bölümü’nde öğretim üyesi olan Pınar Baklan ile gerçekleştirdiğim söyleşiye yer verdim.
1- Seramiğin geçmişi neredeyse insanlık tarihiyle bir. Bu kadar derin geçmişe sahip bir alanda hiç şüphesiz bir çok teknik örnekleri var. Biyomorfik soyut organik formlardaki çalışmalarında doku ve yüzey vermek istediğin mesaj ya da duygu adına çok başarılı. Uyguladığın tekniklerden bahseder misin?
Teşekkür ederim. Önce, belirlediğim temamı en iyi yansıtacak formu tasarladıktan sonra o formun hangi malzeme ve hangi tekniği istediğini sorguluyorum. Malzememi belirledikten sonra teknikte uygulama kısmına geçiyorum. Kişisel olarak kendime ve çalışmalarıma en uygun bulduğum teknik aslında parmaklardan başka birşey gerektirmeyen en primitif tekniklerden olan sucuk ve çimdik tekniği. Şimdiye dek pek çok farklı teknik kullandım ve bunların derslerini de uzun yıllar akademide verdim. Ama kendi adıma en güvenli bulduğum yöntem bu. Ve şu açıdan da benim için çok önemli; malzememi üretimimin her aşamasında en iyi hissedebildiğim, onunla bütünleşebildiğim teknik bir yöntem. Bence malzemeyi iyi anlamanın, onu tanımanın, limitlerini bilmenin önemi çok büyük. Ve bu yöntemi yetkin biçimde kullandığınızda üç metrelik yekpare bir biçim de üretebilirsiniz, on santimlik incecik porselen bir obje de…
2-Üretim sürecine başlamadan önce aklında bir taslak, imge ya da görüntü var mı, yoksa ilerledikçe gelişen bir ilham mı söz konusu?
Benim yöntemim her zaman önceden belirlediğim bir tema doğrultusunda çalışmak. Sürece odaklanıp kendimi üretmenin ve malzemenin spontan gelişimine bırakamıyorum maalesef. Böyle çalışabilmek isterdim doğrusu. Ama yapım gereği her şeyi önceden adım adım tasarlayıp planlıyorum. Odaklandığım tema üzerine uzun süre düşünüp çeşitli okumalar ve eskizlerle başlıyorum sürece. Eskizler kafamda belirlediğim yeterli olgunluğa eriştiğinde nihai tasarıma ulaşıyorum. Ve bu tasarlama bölümü bazen uygulama sürecinden daha uzun sürüyor.
3-Pınar Baklan’ın seramiklerinden bahsederken akla ilk gelen renkler. Renk ile hacim arasındaki etkileşimi nasıl sağlıyorsun?
Şöyle söyleyebilirim, aslında ben hep seçtiğim malzememi ve kurguladığım biçimi dinliyorum. Malzeme hangi tekniği istiyorsa onu ve tasarladığım biçim temam doğrultusunda hangi rengi istiyorsa onu kullanıyorum. Boynu ve dışarı açılan ağzı olan formlarım bana göre izleyiciye bir şeyler söylüyor, mesajları var. Bu iletilerin coşkusuna ve duygusuna göre onlar beni yönlendiriyor ve renk seçimlerimi ona göre yapıyorum.
4-Yapım aşamasında teknik zorluklar ile karşılaştığında nasıl bir yol çiziyorsun?
Şimdiye dek en basitinden en zoruna ve en tuhafına her cins çamurla o kadar zorlu, iyi ve çok kötü deneyimlerim oldu ki artık formlarımı biçimlendirme aşamasında zorluk yaşamıyorum diyebilirim. Biçimlerim gereği bazen çok hassas ve gerilim yaratan dengeler kuruyorum. Dışarıdan izlendiğinde bir çırpıda ve rahatça yapmışım gibi görünse de üretim o kadar da kolay olmuyor tabi. Bu gergin süreçlerde çözümüm malzeme mi dinlemek oluyor. Çünkü ben şu ifadeyi sevmiyorum, “sanatçı malzemenin sınırlarını zorluyor.” Kil, kendi hafızası olan öyle bir malzeme ki, onun sınırlarını zorlamak yerine kurallarına uyup onu anlamak ve onunla ılımlı çalışmak gerektiğini düşünüyorum.
5- Heykellerinde metafor olarak insan figürü göze çarpıyor. Bu figürlerle adeta yeni yüzey şekilleri , biçimsel ve düşsel olarak yeni anlamlar, yeni bir dünya, yeni mekanlar yaratıyorsun. Özellikle Mark Rothko Art Center’deki ‘BİZ’ adlı eserin yukarıda değindiğim noktalara güzel bir örnek. Figüratif soyutlama anlayışına hem biçim hem de içerik açısından yeni bir anlam kazandırmışsın. Farklı bir dilin var, bu konuda sen neler eklemek istersin?
Ben biçim ve içeriğin özü oluşturduğunu öğrendiğim klasik bir sanat eğitimi aldım. Gördüğüm, izlediğim, deneyimlediğim şeyleri bu eğitimin üzerine kattığımda üslubumu da adım adım keşfetme yoluna girdim. Biyomorfik biçimler beni hep en iyi ifade edenler. Çünkü her ne tasarlarsam somut olarak ortaya çıkanlar yine soyut organik figüratif formlar. Ben onlara organizmalar, figürler, çiftler, aktivistler gibi isimler verdim. Aslında benim hayalimde, iç dünyamda, imgelemimde hepsi bizi yansıtıyor. Bizim “ben ve biz” oluşumuzu, “bir” oluşumuzu ve bir döngü içinde oluşumuzu anlatıyor. Mark Rothko Center’daki “Biz Aslında Biriz” isimli çalışmam da Bektaşi felsefesinin benim de benimsediğim bu anlayışını ifade ediyor.
6-Günümüzde sanatsal ifade aracı olarak çağdaş sanatçılar seramiği cam, hasır, ip, deri gibi farklı malzemeler ile birleştiriyorlar. Ortaya biçimsel ve kavramsal anlamda farklı işler çıkıyor. Farklı malzeme kullanımı için fikirlerin nedir?
Klasik seramik anlayışında seramiğin boyası sadece sırdır. Gelenekselci bakış açısına göre seramiğin yüzeyine sırdan ve astardan başka bir şey uygulanamaz. Bu söylediğim geleneksel seramikler ve günlük kullanım ürünleri için geçerli olsa da bunu sanatsal üretimlerde savunan pek çok sanatçımız da mevcut. Ben bu klasikçi anlayış tarafında değilim pek. Çünkü çamuru ifademi yansıtacak çok değerli bir “malzeme” olarak görüyorum. Eğer bu bir malzeme ise sanatçı da malzemesini imgelemini aktaracağı şekilde özgürce kullanabilmeli. Ben her iki anlayışa da çok saygı duymakla birlikte burada farklı bir noktada duruyorum. Kil öyle derin bir malzeme ki, onu anlayabilmek ve onun sonsuz ifade imkanlarında kendimi ortaya koymak için hep çok çalışmam ve üretmem gerekiyor. Bu sonsuz bir süreç gibi. Bu yüzden onu başka bir malzeme ile kullanmaya henüz cesaret edemedim. Çünkü başka bir malzeme de başka bir yeni dünya demek benim için.
7-Kamusal alanda projeler düşünüyor musun?
Daha önce Tayvan, Tayland, Romanya ve Almanya’da kamusal alan çalışmaları yaptım ama henüz Türkiye’de yapamamıştım. Böyle çalışmalar yapabilmek için yurtdışı etkinlikleri en büyük olanaktı çünkü… Kısa süre önce büyük eserler için kendi fırınımı edindim ve bu yönde kamusal çalışmalara da kendi atölyemde başlayabildim.
8-Türk Seramik Sanatı dünyasında tanınan bir isimsin. Erciyes Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik bölümünde öğretim üyesisin. Letonya, Almanya, Polonya ve Tayvan da rezidancy programlarına katıldın. Seminer ve sempozyumlarda bulundun. Yurt dışı ve içi sergilerde yer aldın.
Türk Seramik Sanatı hakkındaki görüşlerin ve genç seramik sanatçılarına tavsiyelerin nelerdir?
Ben seramiğin çağdaş sanatta kabul görmeye henüz başladığı bir dönemde yetiştim. Bu yüzden biraz şanslıyım aslında. İlk kuşak seramik sanatçılarımızın ve ustalarımızın yaşadığı zorlukları yaşamadık. Onların izinde ve hocalarımızın örnek oluşuyla yetişen, sürekli üreten ve aktif bir nesiliz bence. Yurtdışı deneyimlerimden sonra gördüğüm; teknik, teknolojik ve sanatsal anlamda Türk seramik sanatı tarihinde en yetkin süreçteyiz diyebilirim. Güncel sanat etkinliklerinde bulunuşlarımız, malzeme çeşitliliği, teknik imkanlar, yurtdışı temsiliyetlerimiz ve akademik eğitim anlamında çok iyi olduğumuzu düşünüyorum açıkçası. Ve bizim neslin dayanışmasının bunları kuvvetlendirdiğini de gözlemliyorum. Tek eksiğimiz seramik alanı içinde kapalı kalmamız…
Genç seramik sanatçılarına önerilerim kendi öğrencilerime tavsiyelerimden pek farklı değil. Bizim alanımızda kendimi geliştirmeye nasıl başladıysam onlara da aynı yöntemi öneriyorum; herşeyi sorgulamak ve sürekli üretmek. Merak etmek, bir sorun üzerine düşünmek, günceli takip etmek, hayal kurmak, araştırmak, yazmak, çokça çizmek ve durmadan üretmek…
9-Kariyerinin başında seni etkileyen ya da ilham kaynağı olan isimler ?
Op Art çalışmalarımda Bridget Riley, Jonathan Middlemiss, Vasarely, sonrası soyut organik gelişim sürecimde Ruth Duckworth, Sadi Diren, Türker Özdoğan ve adını sayamadığım pek çok kıymetli hocamız ve pek çok sanatçı…
10-Çağdaş Sanat Dünyasında seramik sanatçıları neden yeteri kadar görünmüyorlar?
Bu günkü durumun 15 yıl öncesinden çok daha iyi olduğunu düşünüyorum ben. Ama hala yolumuz var. Ve bence sorunumuz yukarıda da bahsettiğim gibi kendi kendimizi kısıtladığımız klasikçi bakışımız ve anlayışımız. Seramik, insanlık tarihi ile eşdeğer uzun ve köklü tarihi, kendi geleneği, sonsuz teknikleri ve teknolojisi olan muazzam bir malzeme. Ama bu malzemeyi malzeme olarak görmek ve böyle düşünüp üretmek yerine sanatsal üretimimizi, müthiş bir beceri ve ustalık gerektiren zanaat bakış açısından ayırmadan, manifestomuzu somut kılacak bir çağdaş ifade aracı olarak görmeden bu sorunu çözebileceğimizi düşünmüyorum. Pek çoğumuz malzemenin tekniğine boğulup kavramı, imgelemi, duyguyu arka plana atıyor ve çağdaş sanat dünyasında yer almak yerine seramik etkinliklerinde kendi kendimize çalıp söylüyoruz açıkçası.
11-Residency programlarında değişik kültürlerden insanlarla birada çalışdın. O ülkeye ait örf ve adetleri gördün. Sanatsal pratiğine nasıl katkısı oldu?
Bu etkinliklerde katılımcı sanatçı sayısı kadar masa vardır. Ve her bir masada ayrı bir dünya, ayrı bir teknik, ayrı bir yaşam görürsünüz. Elbette tüm bunlar her şeyi sorgulayan benim her şeyi daha da çok sorgulamama sebep oldu:) Kendimi ve etrafımı daha çok incelememe, zaman zaman karşı çıkıp, zaman zaman da kabul edişime yol açtı. Hepsi teknik açıdan öğrendiklerimle birleştiğinde işlerimde beni memnun eden güzel deneyimlere dönüştü. Her malzeme ve teknikle başa çıkabilmeyi, yılmadan kalbimden ve aklımdan geçenleri sürekli üretmeyi öğretti. Zaten sonunda yıllardır hayal ettiğim şeyi yapmama, akademiden ayrılıp kendi atölyemi kurmama da yol gösteren ve bu süreçte daha güçlü hissettiren şey bu deneyimlerdi.
12- Seramik düşüncelerini kendini özgürce ifade ettiğin bir sanat alanı. Üretirken birçok duyguyu aynı anda yaşıyorsun ve bu duyguları da eserine aktarıyorsun. Aristoteles’in Katarsis kavramındaki gibi, üretimin sonunda Bir nevi duygu boşalması, arınması yaşıyorsun.
Bana katılıyor musun?
Elbette. Ama üretimin sonunda olduğu kadar hatta belki daha da fazlasını üretim sürecinde yaşadığımızı da düşünüyorum.