FRIEZE LONDON İZLENİMLERİM

Geçtiğimiz hafta sona eren Frieze London izlenimlerimi paylaşmak istedim değerli Alem okuyucularıyla. Uluslararası sanat arenasının en prestijli etkinliklerinden olan Frieze Art Fair, 2003 yılından bu yana gerçekleştiriliyor. Benim de yıllardır mutlaka ziyaret etmeye çalıştığım, global sanat gündemini takip etmek açısından çok önemli bulduğum bir etkinlik. Genel hatlarıyla 2 bölümden oluşan fuarda, Rönesans’tan Modernizm’e uzanan geniş bir yelpazedeki klasik sanat eserlerinin yer aldığı Masters alanı ve son dönem çağdaş üretimlerin satışa sunulduğu ana fuar salonu dışında, kamusallığıyla öne çıkan heykel parkı her sene binlerce ziyaretçiyi ağırlıyor. Bu yılki edisyona Masters bölümü damgasını vurmuş diyebilirim. Geçen seneye göre sayıca daha az baş yapıt görmüş olsak da solo standlar göz dolduruyordu.

Frieze Masters çatısı altında en dikkat çeken, Gagosian Gallery’deki Man Ray solosuydu. Sürrealist ve Dadaist fotoğraf sanatçısı Man Ray’in farklı tekniklerde ürettiği pek çok eserine yer veren galeri, tüm alanı sanatçıya ayırarak adeta minyatür bir Man Ray müzesi ortaya koymuştu. Fotoğraflarına aşina olduğumuz sanatçının; heykelleri, litografileri, asamblajları, kolajları, “Rayograph” serisi, yağlıboya işleri ve çeşitli objelerin yer aldığı alandaki yapıtların bazıları ilk kez görücüye çıkmıştı.

Sanat tarihinin ikonik eserlerinden sayılan “Venus Restauree” heykeli ile “Le Violon d’Ingres” fotoğrafını  canlı görmek oldukça heyecan vericiydi. Yine tanıdık işlerinden olan satranç tahtası ve metronom ise tarihlerine rağmen çağdaş ve yenilikçi görselliğiyle şaşırtıcıydı. Sürrealist fotoğrafın yaratıcısı Man Ray; 20. Yüzyıl estetiğinin kilit noktasını oluşturan orijinal, çeşitleme ve kopya kavramlarının yapısal doğasındaki yansımaya ve sanat eserinin fetiş olarak sorgulanışına farklı bir boyut kazandırmayı başarmış bir isim. Gagosian Gallery’nin kurduğu solo show sanatçının bu niteliğini tüm görkemiyle sunuyordu.

Masters bölümünün centerpiece niteliğindeki yapıtı ise Barbara Hepworth imzası taşıyordu. Sanatçının St. Ives’taki stüdyosunun bir replikası olan “River Form” başlıklı su havuzu mizanseni, Hepworth’ün heykelleriyle major bir yerleştirmeye dönüştürülmüştü. Her ne kadar fuarın odak noktasındaki işlerden olsa da çok başarılı bulduğumu söyleyemiyorum.

Masters bölümündeki yerli katılımcımız Galerist standında yer alan Semiha Berksoy solo sunumu da izleyicilerin odağındaydı.

Güncel örneklerin izlendiği Frieze Art Fair ana fuar alanında Urs Fischer’in solo sunumu çok etkileyiciydi. Alüminyum panel triptikleri, figürden soyuta uzanan üsluplarıyla fuarın gözdelerinden oldu.

Bu kısımda elbette en önemli sunum Social Work başlıklı, kadın sanatçılara ayrılmış sergiydi. Politik söylemleri olan ve aktivist ya da feminist üretim pratiğine dair iş üretmiş olan 8 ismin 80’li ve 90’lı yıllara ait eserleri arasında öncü çağdaş sanatçılarımızdan İpek Duben’in yapıtlarını görmek heyecan ve gurur vericiydi. Bu değerli seçkide yer alan İpek Hanım’ı ve bu katılımın gerçekleşmesindeki emekleri için Pi Artworks galerinin sahibi Yeşim Turanlı’yı tebrik ediyorum.

Fuara ilişkin genel izlenimim yine çok kalabalık olmasına rağmen ziyaretçi profilinde değişim olduğu yönünde. Blue Chip sanatçılar dışında çok kuvvetli sunumların yer almadığı ve Amerikalı galerilerin sayıca çokluğu ile dikkat çeken Frieze London’da, Brexit’in etkisini her anlamda görmek mümkün. Memnuniyet verici bir nokta; hem fuarda hem de kentteki paralel sergilerde kadın sanatçıların öne çıkıyor olması diyebilirim. Victoria Miro’da son dönemde belgeseliyle heyecan yaratan Yayoi Kusama, Victoria&Albert’ta kişisel eşyalarının yer aldığı seçkiyle Frida Kahlo, Tate Modern’de Bauhaus dönemi figürlerinden Anni Anvers, Timothy Taylor galeride dokuma, heykel ve kâğıt işleriyle Kiki Smith, Parasol Unit’te ikonik lateks yerleştirmeleriyle Heidi Bucher, Sprueth Magers galeride Lucy Dodd, Lisson Gallery’de Laura Proust, White Cube Gallery’de Julie Mehretu ile mülteci krizi ve şiddet mağdurlarına dikkat çektiği yerleştirmesiyle Doris Salcedo şehri kuşatan değerli isimler arasında.

Londra’da alternatif etkinlikler de saymakla bitmiyor elbette. National Portrait Gallery’deki Michael Jackson sergisi, Andy Warhol’dan Kehinde Wiley’e kadar pek çok yıldız sanatçının işlerini bir araya getiren ilgi çekici bir seçki sunuyor.

Royal Academy of Arts’taki Oceania sergisi ise Pasifik Adaları’ndaki kültürel geçmişi; heykeller, masklar, totemler, takılar, gündelik ve dekoratif nesnelerden oluşan kapsamlı bir seçkiyle muazzam özetliyor. Çağdaş Afrika sanatına ilişkin fikir veren African Art Fair de yine Frieze döneminde görülmesi gereken etkinliklerden bana göre.

Dolu dolu bir sanat turuyla geçirdiğim Londra seyahatimden, sanatın kozmopolitliğini ve tüm milletlerden insanları bir araya getirmeyi başaran yegane ortak dil olduğunu tekrar hissederek, olumlu hislerle ayrıldım.


print