HÜZNÜN RESSAMI MODIGLIANI

Tate Modern’de büyük bir prodüksiyon ile ortaya koyulan Modigliani sergisi, 20. yüzyılın yıldız olmasa da en ünik isimleri arasında sayılan sanatçının eşsiz bir retropektifi niteliğinde. Kısa süresine tezat şekilde oldukça çalkantılı bir yaşam süren Modigliani, yarattığı kendine has resimsel üslup sayesinde kime ait olduğu ilk bakışta anlaşılan eserlere imza atmayı başarmış.

Otoriteler tarafından “ruhun ressamı” olarak nitelendirilen İtalyan modernist, alameti farikası haline gelmiş uzun boyunlu, badem gözlü figürlerinin iç dünyasını hatta belki daha fazlasını yansıttığı portreleriyle, sanat tarihinde önemli bir yer edinmiş. Sarsıntılı zihinsel evreni ile modelinin ruh halini harmanlayarak, adeta bir şeyler söylercesine izleyicinin gözlerinin içine derinlemesine bakan kimlikler sunması, kimilerince kendi hayatının çıkmazlarını yansıtan sessiz bir çığlık olarak da yorumlanıyor. Birlikte olduğu kadınları ilham perisi yapan Modigliani’nin en tanınmış figürü ise hayatının aşkı, ölümünün ardından intihar edecek kadar ona bağlı olan Jeanne. Sanatçının tüm eserlerine damga vuracak denli yoğun bir şekilde fırçasından taşan hüzün ve karamsarlık aslında, yaşamının aynası diyebiliriz.

Biçimsel olarak ekspresyonist bir kontur ve blok renk kullanımıyla tanıdığımız sanatçının, resim pratiğinin gelişim sürecinde modernizmin babası Cezanne’dan etkilendiğini söyleyebiliriz. Portrelerin deforme edilmiş niteliği ve soyuta varan ifadeciliği ise Afrika sanatını ve primitif maskları hatırlatıyor. Bu portreler arasında tarihten tanıdık isimleri görmek de mümkün. Pablo Picasso’dan Constantin Brancusi’ye uzanan liste oldukça uzun. Tate Modern’deki serginin en öne çıkan yapıtlarının, Modigliani’nin baştan çıkartıcı nü resimleri olduğunu söylemek yanlış olmaz. Birleşik Krallık sınırlarında bir arada gösterilen en geniş seri olma niteliğindeki 12 parçalık seçki, 1917’de ilk kez izleyiciyle buluştuğunda polis tarafından basılan bir serginin özneleriymiş.

Sanatçının beni en çok düşündüren yapıtları ise “Blank Eyed Portraits” ismini taşıyan seri. Figürlerin gözlerini simsiyah boşluklarla dolduran Modigliani, bu çalışmalarında, ruha açılan pencereleri kapatmak istediğini belirtmiş. Bu sözün derinliğinden ve bir ressamın iç dünyasındaki dalgalanmaları böylesine sembolik ve naif bir şekilde tuvaline yansıtmış olmasından çok etkilendiğimi söylemeliyim. Gözlerini görmediğiniz bir kişinin ruh haline dair yalnızca vücut hareketleri, pozu ve duruşu üzerinden bir fikir edinebilirsiniz. Yine de yana eğilmiş bir baş, gizemine ulaşamadığımız karanlık gözler bile pek çok şey söylemeye muktedir. Diğer yandan Modigliani’nin resimlerinde paradoks olarak tanımlanan bir noktadan da bahsedebiliriz. Portrelerin Afrika maskeleri gibi yalınlaştırmış ve neredeyse kimliksizleştirmiş olmasına rağmen modelin psikolojisi hakkında yorum yapmamıza imkân tanıyacak düzeyde karakterize edilmesi Modigliani’nin başarısının kilit noktası bana göre. Sanatçının resim yapma pratiğinin içtenliğine dair başka bir detay da “yalnızca ruhunu bildiğim kişilerin gözlerini resmediyorum.” sözü. Modigliani için resmetme eyleminin, karşısındaki kişiyle bütünleşik, kendi hislerini ve ruh durumunu tuvaldeki özneyle özdeşleştirmiş, çok katmanlı ve duygu yüklü bir boyut paylaşımı olduğunu bu sözden anlayabiliyoruz. Yapıtlarına formal düzeyde baktığımızda, oldukça “öz”e indirgenmiş bir kurgu da dikkat çekiyor. Bunun arkasında yatan dürtü ise klişe artistik pozlarla, karakterin tavır ve niyetini manipule edilmiş bir şekilde aktarma riskinden kaçınmak olarak tanımlanıyor. Doğallık ve kurgusuzluktan beslenen bu imgelerin sarsıcılığı, salt hisleri açığa çıkartan naifliğinden geliyor.

Tate Modern, sanatçının çok az görülmüş heykel ve desenlerine de yer vererek sergiyi daha da zenginleştirmiş. Araştırmacıların değindiği ilginç bir detay ise finansal sıkıntılar yaşadığı açıkça bilinen Modigliani’nin bu heykelleri üretecek materyale nasıl ulaştığı konusu olmuş. Yaşadığı bölge Montparnasse’ta bu materyalleri sanat eserine dönüştürmek için “ödünç alacak” kamusal alanlar olduğu söylentiler arasında. Sanat tarihi bakımından yorumlarsak; sonunda ortaya çıkan yapıtın değeri karşısında bu yönelime ne denilebilir ki? Modigliani’nin uçsuz bucaksız iç dünyasını hayranı olduğu şairlere bakarak da anlamak mümkün. Dante’ye olan düşkünlüğünün yanı sıra Blaise Cendrars, Guillaume Apollinaire ve Jean Cocteau gibi isimlerin şiirlerini resimlerine konu edindiği biliniyor. Ruhun ressamı olarak nitelediğimiz biri için şiirden ilham alıyor olmak şaşırtıcı değil elbette.

Modernizmin temel kurallarını sarsacak düzeyde insani bir içeriğe büründürdüğü yapıtlarıyla Modigliani’nin 21. yüzyılın müzayede rekoru kıran sanatçıları arasında da yeri var. 2015 yılında Christie’s tarafından 170 milyon dolara alıcı bulan meşhur “Reclining Nude”, tüm sadeliğiyle şehvete bir saygı duruşunda bulunuyor.

Sergiyi gezerken her biri yaratıcısının sanatı ve hayatı hakkında çok derin hikâyeler anlatan bu eserlerin, sanat tarihindeki estetik değerinden bağımsız olarak çok daha insani ve bireysel bir varoluş mücadelesine ışık tuttuğunu düşündüm. Kronik hastalığı olan tüberküloz ile anılmaktansa alkolik biri olarak hatırlanmayı tercih eden bir adamın, hayata adapte olamadığı her anın anlatısını tuvallerinde kişileştirmiş olduğunu fark etmek oldukça çarpıcı bir deneyimdi. Yolunuz Londra’ya düşerse mutlaka uğramanız gereken sergi, 2 Nisan’a kadar açık olacak.


print