MIAMI İZLENİMLERİM

Güncel sanatın nabzını tutmak ve yurt dışındaki kurum, galeri ve üretimleri takip edebilmek amacıyla geçtiğimiz hafta gerçekleştirdiğim Miami seyahatim oldukça verimliydi. Bu hafta sizlerle Miami’de devam eden sergilere dair izlenimlerimi paylaşmak istedim.

İlk durağım olan Perez Müzesi, geçtiğimiz yıla göre daha zengin bir programla sanatseverleri ağırlıyor. Yerel yönetimin 100 milyon dolarlık desteğinin yanı sıra sanatsever ve koleksiyonerlerden toplanan 1 milyon ila 40 milyon dolar arası miktardaki bağışlar meyvelerini vermiş diyebilirim.

Hemen her disiplini kapsayan yenilikçi gösterimler arasında benim en çok keyif aldığım Jamaikalı sanatçı Ebony Petterson’ın sergisiydi. Desenden dokumaya, videodan heykele ve enstalasyona kadar geniş bir alanda üretim yapan Petterson; çiçekler, danteller, simler, duvar kâğıtları gibi sıra dışı malzemeleri pratiğine dahil eden bir isim.

Bu materyallerle doğadan kopmuş görüntüler, yemyeşil peyzaj ve çiçeklerle dolu gece bahçelerine benzeyen kompozisyonlar üreten sanatçı, bu ışıltılı görselliğin içerisinde gizledikleriyle insanı büyülüyor. Doğa insan ilişkisini, Kant’ın “yüce” kavramı etrafında ele alan Petterson; mükemmeli arayışı simgeleyen bu rengarenk evreni, cam kırıkları gibi nesnelerle ölüm ve yok edilme temasına evriltiyor.

Neo-barok olarak tanımlanan pratiğindeki görkemli estetiğin ardında şiddet, maskülenlik, ulusuna dair kolonyalizm sonrası toplumsal öğelerin izlerini yakalamak mümkün. Bu yönüyle kesinlikle takip edilmesi gereken, görsel dilini de epey kuvvetli bulduğum bir isim. Yolu düşenler sergiyi 5 Mayıs tarihine dek izleyebilir. Müzenin keyifli lokasyonuyla sanatseverlere sunduğu atmosferin tadını, sergi sonrası muhteşem manzaraya karşı bir yorgunluk kahvesiyle çıkarmak da eşsiz.

Miami’deki bir diğer önemli kurum, The Institute of Contemporary Art ise Judy Chicago sergisine ev sahipliği yapıyor. Feminist sanatın öncülerinden Chicago’nun soyuttan figüratife geçiş sürecini anlatan yedi adet çalışma, modernizm geleneğinin dönüşümüne ışık tutuyor.

Erilliğin baskın olduğu bir ortamda, tarih, form ve işçilik bakımından feminist üretime yeni bir soluk getiren Chicago; cinsiyet rollerini sorgulayan işleriyle kanıksanmış eril sanatsal teknikleri de yeniden yorumluyor. Miami kent imgesiyle örtüşen neon renklerin hakimiyetindeki serginin yanı sıra müzenin bahçesinde yer alan George Segal imzalı heykeller de mutlaka görülmeli. Judy Chicago’nun işleri 21 Nisan’a dek görülebilir.

Bir sonraki durağım olan The Bass Müzesi’nde ise Los Angeleslı tasarımcı kardeşler The Haas Brothers’ın çalışmaları sergileniyordu. Sanat ve tasarım arasındaki sınırları kaldıran, fonksiyonel üretimlerine kattıkları heykelsi görünümle izleyiciyi şaşırtan ikili, antropomorfik mobilyalar olarak bilinen işlere imza atıyor. Seramik, çamur ve kumaş üzerine tüy, boncuk, peluş gibi malzemelerle müdahale eden sanatçılar; matematikten doğaya, fen ve nostalji kavramlarından seksüaliteye uzanan tematik zenginlikleriyle göz dolduruyor. Bir yandan oyuncu diğer yandan eleştirel içeriğiyle beni çok etkileyen bu sergi, 21 Nisan’a kadar devam ediyor.

Kentteki önemli noktalardan biri de Latin Amerika sanatını destekleyen ve müze kimliği altındaki konseptini büyük bir galeri mekânı şeklinde değerlendiren Nader Art Museum. Botero, Osgemos, Kahlo gibi isimlerin eserlerini sergileyen kurumun heykel bahçesine yerleştirdiği anıtsal büyüklükteki Botero heykelleri bana epey ilginç geldi.

Fabrikasyon bir seri üretimden çıkmış gibi alıcılarını bekler izlenimi veren yapıtlar, değersizleştirilmiş gibiydi bana göre. Yine açık havada yer alan, Kübalı sanatçı Julio Larraz’ın renkli büstleri ise diktatörlük, politik ve sosyal eşitsizlik konularına dikkat çekiyor.

Son olarak sokak ve graffiti sanatçılarının duvar resimlerini adeta galeri gibi sergileyen Wynwood Walls, Miami’de uğramadan geçilmemesi gereken yerlerden.


print