Mona Hatoum Arter’de

Bu hafta sizlerle iki önemli serginin izlenimlerini paylaşmak istiyorum. İlki, Filistin kökenli Lübnanlı video, performans ve enstalasyon sanatçısı Mona Hatoum’un Beyoğlu Arter’de açılan “Hâlâ Buradasın” isimli sergisi…

Bu hafta sizlerle iki önemli serginin izlenimlerini paylaşmak istiyorum. İlki, Filistin kökenli Lübnanlı video, performans ve enstalasyon sanatçısı Mona Hatoum’un Beyoğlu Arter’de açılan “Hâlâ Buradasın” isimli sergisi. 1952 doğumlu sanatçı 1975 yılında Lübnan’da patlak veren savaşın ardından Londra ve Berlin arasında sürgün hayatı yaşıyor. Sanatçının kendine özgü minimalist dili ve sürrealist bir alay ile ortaya çıkardığı işleri, izleyicide hem duygusal hem de entelektüel anlamda izler bırakıyor ve sürgün bir yaşamın duyarlığını taşıyor. Biyografisi ve kültürel geçmişine baktığımızda savaş ortamında bulunmuş ve daha sonra sürgün hayatı yaşamış bir insanın ne kadar yoğun duygular içinde bu eserleri ürettiğini anlayabiliyoruz.

1980’lerde performans sanatı yapan Hatoum, 90’lardan sonra çalışmalarını büyük ölçekli devasa yerleştirmelere doğru kaydırıyor. Buradaki amaç; izleyiciye anlaşmazlık, çelişki, korku, heyecan, arzu, tiksinme gibi karmaşık ve kaotik duyguları bir arada yaşatmak.

Sergi mekânının ilk katında, geçen sene Londra’da White Cube’de gördüğüm “Bunker” işi sergileniyor. Eser, çelik kutu profillerden yapılmış 22 adet modülden oluşuyor; fakat yerleştirmenin ancak altı tanesi bu mekânda sergileniyor. Bu mimari biçimli modüller, savaş sonrasının enkaz halindeki binalarını andırıyor. Aralarında dolaşırken sanki hayalet şehirdeymişim hissi veriyorlar bana.

İlgimi çeken işlerden birisi de “Grater Divide” (rende). Sanatçı, heykellerinde domestik mutfak nesnelerini yabancılaştırarak; onları izleyiciye tehditkâr, tekinsiz ve tehlike arz eden birer obje olarak gösteriyor. Duchamp’ın ready -made (hazır nesne) konseptinden yola çıkarak Hatoum bizlere minimalizm kavramının en ekstrem, en uç formunu göstermeye çalışıyor. Sanatçının detaylarında Arap mimarisinden esinlendiği “Grater Divide”  uzaktan bakıldığında sempatik bir obje ya da oyuncak gibi gözükse de Hatoum’un sunumu ile tehlike arz eden bir nesneye dönüşüveriyor.

İkinci kattaki mekânda “Worry Beads”  (tespih) yerleştirmesi bulunuyor. Lübnan’daki savaşa gönderme yaparak tespih tanelerini güllelerden oluşturan Hatoum, bildiğimiz tespih boyutlarının dışında ölçeği ile oynayarak yine devasa bir tespihi izleyiciye sunuyor. Dua etmek ya da zihni dinlendirmek için kullanılan bu nesne aslında savaş ve yıkıma dair çağrışımlar uyandırıyor izleyenin aklında. Görsel dili sürrealist ve minimalist karışımı olan bu işler, mekâna o kadar zekice yerleştirilmişler ki her birinin kendi içinde yaşanmış hayatları olduğu anlaşılabiliyor. Sergiyi gezerken sanki yalnız değiliz, uzaktan gelen fısıltı ve sesler bizi bu işlere çekiyor. Sanki başka birileri, görünmeyen birileri sizinle beraber sergiyi gezip sizi takip ediyor.

Tahrip, yer değiştirme, savaş, cinayet, sürgün, kaos gibi savaşa dair her şeyi bu sergide bulabilirsiniz. Sergi hayatın gerçeklerini alaycı bir dille izleyiciye gösterirken aynı zamanda düşündürmesi ve farkındalık yaratması adına önemli… 27 Mayıs’a kadar devam edecek olan sergide sanatçı konuşmasına da katıldıktan sonra Salt’ın Beyoğlu’ndaki merkezine gidiyorum.

SALT Beyoğlu ve SALT Galata’da izlenebilecek sergi; Van Abbemuseum koleksiyonunda yer alan ve 1989’dan sonra üretilen işlerle, Türkiye’den bazı sanatçıların işlerini bir araya getiriyor. Salt’ı gezerken İstanbul’da dünya çapında önemli sanatçıların işlerini görmek beni hem gururlandırıyor hem de mutlu ediyor. Sergide işlerinden etkilendiğim isimlerden birisi Rineke Dijkstra. Alman fotoğrafçı genelde modelleri ayakta, yüzleri kameraya dönük, zemini oldukça minimal olan fotoğraflar çekiyor. Sanatçının fotoğraflarının özel olmasının sebebi, fotoğraftaki insanların kolay incinir ya da zedelenebilir taraflarını ustaca gösterebilmesi. Diğer önemli isim ise Güney Afrikalı sanatçı Marlene Dumas. 1994 yapımı siyah-beyaz suluboya portreleri Dumas’ın en önemli işlerinden. “Models” adlı resimlerinden oluşan enstalasyonundaki portreleri arkadaşlarına ait: Picasso’nun kızı, Yoko Ono ve Bridget Bardot gibi… Resimlerdeki suratlar normalden daha büyük, bence portrelerde fotografik görselliğin en önemli karakteristiği bu. Portrelerde arka planın olmamasıyla yüzlere bir vurgulama yapılarak başarılı bir soyutlama gerçekleştirilmiş. Bu çalışmalara bakarken Renoir ile Matisse arasında geçen bir konuşma aklıma geliyor. Renoir Matisse’e der ki: “Senin işlerini beğenmiyorum fakat resimlerinde kullandığın diğer canlı renkler gibi siyahı da kullanırsan gerçek bir ressam olursun.” Dumas ise kendi siyahını şöyle ifade eder: “Tablo veya fotoğraflarımda siyah rengin, ifade biçiminde çok kuvvetli bir rol oynadığına inanıyorum.”
Sergide ayrıca Mike Kelley ve Paul McCarthy’nin video çalışması, Gabriel Orozco’nun “My Hands Are My Heart (Ellerim, Kalbim)” adlı çalışması da diğer önemli işlerden bazıları. Serginin en ilginç ve sevindirici yanı da Cevdet Erek, İnci Eviner, Leyla Gediz gibi sanatçıların işlerinin bu sanatçılarla beraber sergilenmesi. Salt Beyoğlu ve Galata’da yer alan sergi 06.04.2012 tarihine kadar açık olacak.  Son olarak yazımı çok beğendiğim bir söz ile bitirmek istiyorum:  “Sanat uzun hayat kısa.”


print