SEDASINI ARAYAN BİR KENT

Yaz aylarının durgun sanat gündemi arasında gözden kaçırılmaması gereken bir sergi var. Her daim toplumsal, kavramsal ve politik alt metni güçlü seçkilerle karşımıza çıkan Depo İstanbul’daki “Humus Sedası” isimli sergi, gittikçe derinleşen bir yaraya parmak basıyor.

Suriye iç savaşı sonrasında yaşanan trajedilerin, karşılaşılan zorluklar ve dramatik dönüşümlerin, bir kentin yalnızca coğrafi değil sosyolojik yapısını da ne denli yıkıma uğrattığını gözler önüne sermesi bakımından sergiyi başarılı buldum. Geçmişe dair buruk anılara dönüşen güzelliklerin yasını tutan Suriyeli sanatçılar, ülkenin savaş öncesinde kültür-sanat açısından en hareketli kentlerinden olan Humus’a saygı duruşunda bulunuyor adeta.

Suriye’nin üçüncü büyük kenti Humus, Bizans’a dayanan tarihi derinliğiyle ve Şam ile Halep arasındaki coğrafi konumuyla oldukça ünik bir şehirmiş. Kendine has iklimi ve mimarisinin yanı sıra ait olduğu bölgenin kültürel zenginliğini de bünyesinde taşıyan kent, pek çok tarihçi, mizahçı, ressam, şair, yazar ve müzisyenin de yaşadığı önemli bir merkezmiş. Bu bereket, sanatın her dalına yayılmaya devam etmiş ta ki iç savaşta tamamen bir harabeye dönene kadar. Kentin ruhunu oluşturan tüm değerleri yaşatanlar ya şehri terk etmek zorunda kalmış ya da üretimin imkansızlaştığı bir ortamda canlarını korumaya çalışmışlar. Bu yüzden ben bu sergiyi, zamanında şehrin kültürel hayatını besleyen sanatçıların, anılarını ve üretimlerini ölümsüzleştirme ve özlemlerini giderme girişimi olarak görüyorum.

Kaleemat Sanat Galerisi ve SIMAT-Kültürel Miras için Suriyeliler işbirliğiyle gerçekleşen “Humus Sedası”, adını da kentin mirasına sahip çıkan katılımcıların sevgilerinden alıyor. Heykel, resim, fotoğraf, kolaj, kağıt üzerine desen, yerleştirme gibi işlerin bulunduğu sergiyi gezerken farklı üsluplarda üretim yapan sanatçıların birleştiği ortak bir nokta olduğunu gördüm. Her eserin temsil ettiği konu ve betimlediği imgelerden bağımsız, naif bir ifade diline sahip oluşu beni, bu kentin, yaşayanları için yarattığı ortam hakkında düşünmeye itti. Güncel pratiklerin sınırlarına girmiyor olsalar dahi bu çizimlerin, heykellerin, resimlerin her biri, geldikleri kültürün batı sanatı diliyle sentezlenmesi sonucu ortaya çıkan değerli üretimler. Kimisinde ekspresyonist, kübist, sembolist yaklaşımın kimisinde ise kaligrafi/hat sanatı ya da belgeselci anlayışın öne çıktığı yapıtlar, Humuslu sanatçıların zengin fikirsel ortamları hakkında fikir veriyor. Serginin bir nevi arşiv köşesi gibi olan bölümde, tarihteki önemli şahsiyetlerine ve kentin savaş öncesi büyüleyici mimari değerlerine de bir anmada bulunuluyor. Bir zamanlar mutlu anıların paylaşıldığı şehrin şimdiki halini gösteren fotoğraflar karşısında ise hüzünlenmemek elde değil. Graffiti sanatçılarının yıkıntılar arasına kurduğu buruk mizah dünyasına tanık olmak beni çok etkiledi. Savaşın yol açtığı travmaların izini, memleketlerinin sosyal, tarihi, geleneksel, kültürel ve sanatsal dokusunu paylaşarak silmeye çalışan Suriyeli sanatçıların işlerini görünce Humus’un neden Suriye’nin kalbi olarak adlandırıldığını anladım. Barış ve huzur dolu bir ortamdan koparılan sanatçıların, üretimlerinin de tıpkı anıları gibi bir kenara savrulmaması adına bu duyarlı girişime sahne olan Depo’yu da bir kez daha takdir etmek isterim. Duyarsız kalınmaması gereken bu sergi, 6 Ağustos’a dek devam ediyor.


print