Avrupa sanat ortamı, yıldız isimlerin sergilerinin birbirini izlediği verimli bir yaz dönemi geçiriyor. Ben de seyahatlerim esnasında önde gelen kurumları ve müzeleri ziyaret ederek yurtdışı gündemini takip etmeye çalışıyorum. Son olarak Londra’ya gittiğimde, Tate Modern’de açılan Georgia O’Keeffe sergisini izleme şansım oldu.
Amerikan modernizminin çığır açan ismi Georgia O’Keeffe, Tate Modern’de 100’den fazla çalışmasının yer aldığı bir seçkiyle anılıyor. Sanatçının ABD dışında yapılmış en kapsamlı retrospektifi olma özelliği taşıyan sergi, O’Keeffe’in 60 yıllık kariyerinin en ünlü ve ikonik parçalarını bir araya getiriyor. Amerikan modernizminin kurucuları arasında sayılan bu önemli sanatçının çalışmalarını daha önce Paris’teki Centre Pompidou’da görme fırsatı bulmuştum. Ancak Tate Modern’deki seçki, içerik ve sunum açısından daha doyurucu olmuş.
Aldığı akademik eğitimin kalıplarını terk ederek, geleneksel resim anlayışının dışına çıkan bu öncü ismin, erken dönem soyut resminden figüratif sanata uzanan dinamik üretim sürecini keşfetmek benim için yine oldukça heyecan vericiydi. Küratörlüğünü Tanya Barson’ın gerçekleştirdiği sergide, tarihsel sıralamaya katı bir şekilde bağlı kalınmadan, kronolojiyle birlikte tematik düzenlemeye de özen gösterilmiş olunması önemli bir ayrıntı.
20. Yüzyıl Modernist resminde ayrıcalıklı bir yere sahip olan Georgia O’Keeffe, yapıtlarında çoğunlukla işlediği çiçek, bitki, kafatası, hayvan kemikleri gibi imgelerle tanınıyor. Bu nesneleri gerçek boyutlarının çok üzerinde bir ölçekle betimleyen sanatçı, çöllerin, dağların ve kayaların hakim olduğu yabanıl manzaraların da yaratıcısı. Neredeyse bir asır süren yaşamında, çocukluğundan beri zihninde kalıcılığını hiç yitirmemiş olan görüntülere hayat veren O’Keeffe, Picasso, Matisse, Cézanne gibi ressamlarca inşa edilmiş Avrupa modernizmini kendine has yaklaşımıyla harmanladı. Sanatçının, Wisconsin’den, önce New York’a ardından New Mexico’ya uzanan yaratım süreci, sürrealist ve fütüristik kent imgelerinden vahşi ve ifadeci manzara resimlerine doğru evrildi. Sergide, erken dönem suluboya ve füzen desenleriyle birlikte New York günlerini yansıtan gökdelen resimlerini de görmek benim için güzel bir keşifti.
Georgia O’Keeffe resimlerinde, net ve sağlam konturlarla oluşturduğu formları baskın renk tabakalarıyla hacimlendirdi. Kompoziyonda bir nesne olup olmamasından bağımsız, derinlik algısını kasten bozan biçimsel üslubu, onu diğer modernist yaklaşımlardan ayıran niteliğiydi. O’Keeffe, çalışmalarında, uzayıp giden ufuk ve geniş açıklıkların verdiği sonsuzluk hissini görsel olarak yakalayabilmenin peşindeydi. Böylece, yalnızca manzara resmi olmanın ötesinde sanatçının zengin iç dünyasına dair işaretler veren derinlikli eserler ortaya çıkmış oldu. Sanatçının kendine özgü bu stilini başarıyla aktardığı işlerine örnek olarak; New Mexico’da 1936-1940 yılları arasında geçen dönemine atfen ürettiği “The Black Place” serisini verebiliriz. Bölgedeki tepelerde kamp yaparak fırtınadan yağmura, kar yağışından kurak yaz günlerine tüm zorlu hava olaylarını resmettiği bu çalışmalar, naturalist ilhamla başlayıp saf soyutlamaya uzanan engin bir zihnin ürünü. Bu güçlü çevre tasvirleri dışında, natürmort temasına da özgün bir yorum getiren O’Keeffe, özellikle çiçek, bitki ve yaprak formu üzerinden nesne ve yüzey ilişkisine yeni bir boyut kazandırdı bana göre. Öyle ki büyüteçten bakıyormuşçasına betimlediği bu formlar, bazı sanat yazarlarınca erotik çağrışımlar içerdiği şeklinde de okunuyor. Ben de bu yoğun ifadeciliğin ardında psikolojik ve simgesel anlamlar yattığını düşünenlerdenim.
Çoğu sanatsever O’Keeffe’in ismini, 2014’teki Sotheby’s müzayedesinden hatırlıyordur. 44.4 milyon dolara alıcı bulan “Jimson Weed/White Flower No. 1” isimli çalışması ile eseri en pahalıya satılan kadın sanatçı rekorunu kırmış oldu. Bu resim, O’Keeffe’in çiçek formu ve kadın bedeni arasında kurduğu bağlantıyı öne çıkaran güzel bir örnek. Sergide, farklı dönem ve teknikten pek çok çalışmasının yanında rekor fiyata satılan işini de görmek çok güzeldi.
Georgia O’Keeffe’in sıra dışı kariyerinin sadece manzara, gökyüzü ve çiçek resimleriyle sınırlı olmadığını elbette biliyoruz. Tate Modern’deki retrospektif, tam da sanatçının çok yönlülüğüne vurgu yapar nitelikte, farklı dönemleri ayrı odalarda titizlikle izleyiciye sunuyor. Özellikle kariyerinin erken yıllarına denk düşen Gallery 291 dönemi ve fotoğraf sanatçısı olan eşi Alfred Stieglitz ile profesyonel ve kişisel ilişkisine değinilen bölümleri çok başarılı buldum. O’Keeffe’in, eşi tarafından çekilen, bedeninden detayların göründüğü nü fotoğrafları ile portrelerini de ilgiyle inceledim. Stieglitz’in sanatçı kimliği hakkında fikirler veren bu seçki, temel ilham kaynağı olan doğayla modernist fotoğrafçılığın, O’Keeffe’in üslubuna olan etkilerini ortaya koyuyor. Bu sayede Georgia’nın geçtiğimiz yüzyılı etkileyen sanat pratiğinin gelişimi ve aşamalarını takip etmek izleyici açısından daha anlamlı hale geliyor.
Amerikan tarihinin en önemli dönemlerine tanıklık etmiş biri olarak, kültürel ve toplumsal hareketliliğin O’Keeffe’in sanatına yansımalarını görmemek mümkün değil. Uzun yaşamı süresince, iki dünya savaşı, Büyük Buhran ve Soğuk Savaş gibi hararetli olaylara tanık olan sanatçı, gündelik hayatın provokatif akışını dingin bir üslupla resmetti. Bu sancılı yıllarda savaştığı bir diğer konu ise sanat dünyasındaki cinsiyet algısıydı. Kendisinden bahsedilirken “kadın sanatçı” ünvanı kullanılmasına hep karşı çıkan Georgia O’Keeffe, bunu bir eşitsizlik ifadesi olarak görüyordu ve kariyeri boyunca cinsiyet vurgularının ötesinde sadece “sanatçı” olarak anılmanın savaşını verdi. Her anlamda olgun ve üst düzey bir kimlik ortaya koyan O’Keeffe’i, bu kapsamlı sergi ile baştan keşfetmek müthiş bir deneyim oldu benim için. Siz de büyük bir ismin izinde, sanat tarihine yeni bir açıdan bakmak isterseniz, seyahat programınıza Londra’yı eklemenizi öneririm. Tate Modern’deki sergi, 30 Ekim’e kadar ziyaretçilerini bekliyor.