Bir kaç sene evvel Berlin’deki atölyesini ziyaret etme fırsatı bulduğum Danimarkalı çağdaş sanatçı Olafur Eliasson, adeta bir fabrikaya dönüştürdüğü stüdyosuyla beni çok etkilemişti. Bilim, teknoloji, tasarım alanlarında sahip olduğu yüksek bilgi ve birikimin yanı sıra mühendis ve teknik sorumlulardan oluşan çalışan profili de sanatçının işini nasıl bir ciddiyetle ele aldığını gösteriyordu. Eliasson’un yaratıcı kavramsal dehası ile bu üst düzey ekip çalışmasının birleşimi, geçtiğimiz günlerde yine olağanüstü bir projeyi ortaya koydu. Geçen ay gerçekleştirdiğim Avrupa turumda bir günlüğüne de olsa Paris’e uğrayarak, Eliasson’un Versailles Sarayı’ndaki müthiş enstalasyon projesini izleme şansına eriştim.
Uluslararası çağdaş sanat ortamının en özgün ve güçlü isimlerinden Olafur Eliasson, İstanbul Bienalleri’ne katılımıyla da önceden aşina olduğumuz biri. En popüler işlerinden olan “The Weather Project” Tate Modern’de gerçekleştirildiğinde oldukça ses getirmişti. Her yıl dünyaca ünlü sanatçıların bireysel projelerine yer vererek bir dizi sergi düzenleyen Versailles Sarayı ise bu sene Eliasson’u ağırlayarak mekana özgü eser uygulamaları konusunda çıtayı oldukça yükseltti bana göre. Paris’in biraz dışında konumlanan sarayın yemyeşil, göz alıcı bahçeleri ile görkemli mimarisinin böylesine ünik bir sanatçının dokunuşuyla geldiği noktayı deneyimlemek benim için çok heyecan vericiydi. Alfred Pacquement’ın 2013 yılından bu yana küratörlüğünü yaptığı projeler arasında, sanatçı ve mekan buluşmasının en dinamik ve dışa dönük olduğu örneklerden biri bu sergi olmuş. Öğrendiğime göre Olafur Eliasson hazırlık aşamasında zaman zaman sarayda sabahlayarak mimari dokuya ve tarihsel geçmişe dair daha yoğun duygu ve izlenimler edinmek istemiş. Sanatçının mekanla kurduğu bu yakın ilişki de eserlere fazlasıyla yansımış. Her bir yerleştirme adeta geçmişten günümüze kendiliğinden oluşan yeni bir mimari öge gibi mekana eklemlenmiş.
Saray kompleksini iç mekandan gezmeye başladım ve bu ikonik yapının ruhunu canlandıran ayna yerleştirmeleriyle karşılaştım. Siyah ve sarı olmak üzere iki renkli üretilmiş aynalar arka arkaya konularak hem yansıma hem de ışığın gücüyle büyüleyici görüntüler yaratılmış. Eliasson’un sıklıkla kullandığı güneş imgesi ise “Solar Compression” isimli yerleştirmesinde farklı bir yorumla izleniyor. Bulunduğu odaya sarı ışıklar yayan yassı bir küre formundaki eser, arka yüzündeki dışbükey ayna ile izleyiciye çift yönlü bir algı oyunu yaşatıyor. Gerçeklik duygumuzu sarsarak ortamdan yansıyanlar eşliğinde bizi, hayal gücümüzü çalıştırmaya davet eden sanatçı, hedefine fazlasıyla ulaştı. Şahsen ben 18. yüzyılın kalbine doğru gerçeküstü bir yolculuk yapıyormuşum hissine kapıldım. İç mekanda, genel itibariyle ayna ve ışık temelli yerleştirmeleriyle optik illüzyonun en etkileyici örneklerini sunan Olafur, bu güçlü mimarinin günümüze taşınan mirasını güncel dokunuşuyla taçlandırmış diyebilirim.
Turuma açık alanlarda devam ederken havuzlu avludaki yerleştirme ilgimi çeken bir diğer iş oldu. Buzul kütlelerinden su üzerine yapay bir yüzeyin oluşturulduğu bu çalışma, ortada bulunan heykel ve avlunun dairesel yapısıyla uyumlu bir görsellik kurmuş. Doğaya ait bir parçayı bağlamından kopararak farklı bir konsepte dahil eden sanatçı, ekolojik bilinci ve sanayi toplumu gerçeğini sorgulamayı seviyor. Bunu yaparken mekanın geometrik detaylarını da işlerinde ustaca değerlendiren Eliasson, açtığı derin perspektiften bakmamızı istiyor.
Beni en çok heyecanlandıran işlerden biri, sarayın arka cephesindeki büyük bahçede, havada asılı duran şelale görüntüsüyle “Waterfall” isimli yerleştirme oldu. Teknoloji ve endüstriyel tasarımdan en doğru ve güncel şekilde faydalanan sanatçı, bu gibi doğal fenomenlerden ilhamla bizi, dünyaya bakış açımızı yeniden düşünmeye itiyor. Bu muhteşem bahçenin geçmişten gelen panoramasını bozmayıp, görünürde tek bir yabancı element ile hayal gücümüzün sınırlarını genişletmeye yetecek bir imge canlandıran sanatçının, bu yalın ama derinlikli ifade tarzını hep çok başarılı bulmuşumdur. Benzer bir şekilde “Fog Assembly” yerleştirmesinde de sadece su ve sis ile bizi baş başa bırakıyor. İzleyenler, harekete geçen duyuları ışığında berrak bir zihinle manzaraya dahil olduğunu bile farketmeden dolaşıyor. Geçicilik ve başkalaşım kavramlarını güçlendiren bu çalışmayı büyülenerek izlememek elde değildi.
Olafur Eliasson, suyu bir metafor olarak ele aldığı, ışığın kırılması, aynaların yanıltıcılığı ve gölgelerin devinimiyle yarattığı enstalasyonlarında, Versailles’ı gezerken aldığımız hazza bambaşka bir derinlik katıyor. Sanatçının, Barok mimarinin güzelliğiyle yükselen görsel değeri, teknik açıdan mekana zıt enstrümanlar kullanarak çağdaş bir yaklaşımla güçlendirdiği bu proje, bana eşsiz bir deneyim yaşattı diyebilirim. Halihazırda hem sanatsal hem de politik açıdan zengin bir tarih ve anlam barındıran Versailles Sarayı, Eliasson’un müdahaleleriyle, sağlam bir geleneğin üzerine inşa edilmiş güncel perspektifin en başarılı örneğini sunuyor. Sanatçının algı oyunu, optik hareket ve kompleks geometrik formları kaynak alarak şekillendirdiği sanat pratiğinin, toplumsal çevre bilinci, küresel birliktelik, zamanın ruhu ve gerçekliği gibi temalarla besleniyor oluşunu her zaman çok önemli bulmuşumdur. Versailles Sarayı işbirliğiyle ortaya çıkan bu değerli projede de Eliasson’un ideolojik bakışı ile sanatsal tutumunun en güzel diyaloglarından birine tanıklık ettiğimizi düşünüyorum. İndirgemeciliğin tuzağına düşmeden sade ve doğrudan anlatım biçimiyle de sahip olduğu ünü fazlasıyla hakediyor bence. Dilerim bu gibi kavramsal ve biçimsel yönü kuvvetli projeleriyle land-art ve enstalasyon sanatına gönül vermiş gençlere ilham kaynağı olur. Tarihe ayna tutan bu ışık sihirbazının benzersiz eserlerini görmenizi mutlaka tavsiye ederim, sergi 30 Ekim’e dek devam ediyor olacak.