Frieze London sebebiyle ziyaret ettiğim Londra’da pek çok kaliteli sergi gezme fırsatım oldu. Şehir, fuar kaynaklı izleyici kalabalığına alternatifler sunmak için daha da hareketlendirilmiş kültür-sanat ortamı sayesinde yılın en verimli günlerini yaşıyordu. Benim izlediğim etkinlikler arasında, İngiltere’nin köklü sanat kurumlarından Royal Academy of Arts’ta açılan “Abstract Expressionism” (Soyut Dışavurumculuk) sergisi kesinlikle en heyecan verici olandı. Amerikan sanat tarihinin özeti niteliğindeki sergi, modern sanatı bilmeyen birine bile etraflıca fikir verecek kadar kapsamlıydı. Amerikan sanatına damga vurmuş usta isimleri bir arada izleyebildiğimiz bu kuvvetli seçkinin sunumunda üslubu da, kronolojiyi de göz ardı etmemeleri önemli bir ayrıntıydı.
Hepimizin bildiği gibi, 20. Yüzyıl ortalarına dek devam eden çalkantılı dönem; I. ve II. Dünya Savaşı, Büyük Buhran, İspanya iç savaşı, Japonya’ya atom bombası saldırısı, Soğuk Savaş gibi gerilimi yüksek olaylara sahne oldu. Tüm bu yaşananlar, özellikle 1940’larda Avrupa’dan kaçarak Amerika’ya sığınan pek çok önemli sanatçının üretim pratiklerini de doğrudan etkiledi. Eleştirmen Robert Coates’ın literatüre kattığı “Soyut Ekspresyonizm” terimi direkt olarak Amerikan sanatı ile ilintilendirilir. Savaş döneminde yükselişe geçen Alman Dışavurumculuğu ile o yıllarda hakim olan Avrupa soyut sanatının birleşiminden meydana gelen bu terim, özellikle II. Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Amerika’ya göç eden bir jenerasyonun üretimini niteler. ABD’nin evrensel bir güç olma yolunda hızla ilerlediği bu dönemde, New York’lu sanatçılar ile Avrupa’dan gelenler etnik olarak ayrılsalar da görsel dil ve teknikler açısından bir üslup birliğine sahip oldular. Royal Academy of Arts’ta izleyiciyle buluşan sergi ise, bu akımın en başat örneklerini bir araya getirerek Soyut Dışavurumculuğun tüm biçimsel ve fikirsel altyapısını özetliyor.
Yapının avlusunda sergilenen David Smith’in işleri, klasik heykellerin arasından baş kaldıran, modern ve karamsar duruşlarıyla, etkileyici bir karşılama sahnesi yaratıyor. Mekanın içinde devam eden sergideki erken dönem yapıtlarda, Anksiyete Çağı olarak nitelenen karanlık zamanların yaşattığı trajedinin izlerini görmemek mümkün değil. Bu bölümdeki seçki, Ermeni sanatçı Arshile Gorky ile açılışı yaparak Soyut Dışavurumculuğun gelişimine büyük katkıları olan bu ismin üslup açısından en olgun yapıtlarını içeriyor.
Popüler kimliğiyle o yıllara damga vurmuş isim Jackson Pollock’un çalışmaları ise benim daha önce Amerika ve Avrupa’da gördüklerimden farklıydı. Pollock’un henüz action painting ve resimsel süreç felsefesini tamamıyla performansa dökmediği yıllara ait olan bu tuvaller, enerji ve hareketin had safhada olduğu muhteşem soyut eserler diyebilirim.
Amerikan sanatının yükselişinde başrol ise renk kullanımına farklı bir boyut kazandıran, resimlerine hakim olan renk blokları sebebiyle “colour-field” olarak nitelenen isimlere veriliyor. Bunların başında benim de büyük hayranı olduğum Rus asıllı Amerikalı Mark Rothko geliyor. Sergide Rothko’ya ayrılan bölüm, oval bir odanın adeta mabede dönüştürülmesiyle ortaya çıkan büyüleyici bir mimari konsepte sahip. Rothko, trajik yaşantısı boyunca zihninde birikenleri dışavurduğu resimlerinde, güçlü insani duyguları nesneleştirerek izleyeni içsel bir yolculuğa çıkarıyor. Sade geometrik formlar arasında yoğun ve katmanlı renklerin bir açığa çıkıp bir gizlendiği eserler, bende esrarengiz bir hipnotizm ve mahkumiyet hissi uyandırdı. Sanatçının cepheler olarak tanımladığı boya alanları, dramatik ışık gölge oyunlarıyla yüceltilmiş bir karamsarlığı yansıtıyor. Özellikle odanın mimari ve küratöryal düzenlemesi bana, ruhani ve metafizik etkisi yoğun bir ortamın ağırlığını hissettirdi.
Serginin beni heyecanlandıran bir diğer bölümü ise Clyfford Still’e ayrılan alandı. Ölümünden sonra eserlerinin depolara kaldırılarak neredeyse 30 yıl boyunca sergilenmeyişiyle Amerikan sanat tarihi için bir gizeme dönüşen eylemin altında, sanatçının vasiyetname şartları olduğu öğreniliyor. Söz konusu koşullara göre Still eserlerinin; sergileme, düzenleme ve yerleştirilmesine kadar her detayda spesifik özelliklere sahip bir müzede, satışa ve takasa kapalı olacak şekilde korunmasını talep ediyor. Bu sıradışı tutumuyla kendinden söz ettiren Clyfford Still’in görsel ifade anlayışı resmin doğasını bütünüyle değiştirmiş. Çoğunlukla zıt renklerin hakim olduğu resimlerinde, düzensiz yapıda ve birbiriyle çatışan formları, elektrik yükü yüksek, dinamik aktarımlar olarak tanımlayabilirim. Still, hem soyut hem de somut anlamda kapalı bir alandan dışarı taşıyor gibi duran enerjiyi, duygularının dışavurumu olarak resmediyor. Hayat-ölüm, aydınlık-karanlık, sabit-akışkan karşıtlıklarını ustalıkla renklendiren Still’in eserleri, benim için Abstract Expressionism akımının en doyurucu örnekleri oldu. Yaşamı boyunca çalışmalarının pek fazla satışa ulaşmadığını bildiğimiz sanatçının “1949-a-no.1” isimli eseri, 2011 yılındaki Sotheby’s müzayedesinde 61,7 milyon dolar gibi bir rekor fiyata alıcı buldu.
Küratörlüğünü sanat tarihçisi Dr. David Anfam’ın üstlendiği sergide, Willem de Kooning, Barnett Newman, Ad Reinhardt, Lee Krasner, Robert Motherwell, Franz Kline gibi diğer ustaların çalışmalarına da yer veriliyor. Sanat tarihinde başlı başına bir akıma öncü olmuş isimlerin böylesine özenli bir prodüksiyon ile tek çatı altında buluşturulması sanatseverler için eşsiz bir deneyim. 1940 ve 50’lerin New York’unda gündelik hayatın her anına sıçramış olan sınırsız yaratıcı enerji, sanatçıların işlerinden adeta dışarı taşıyor. Resim yapma pratiğini ve felsefesini baştan yazan bu avangart isimler, radikal duruş ve ifade biçimleriyle izleyicinin zihninde yeni kapılar açıyor. Üsluplarının izini günümüz sanatçılarına kadar sürebileceğimiz Soyut Dışavurumcuları yeniden keşfetmek için bundan daha iyi bir fırsat olamaz. Sergi 2 Ocak 2017’ye dek devam ediyor.