BİR DEVRİN TANIKLARI – ILYA & EMILIA KABAKOV

Geçtiğimiz sene, yurt dışında gerçekleşecek 2017 yılı etkinliklerini derlediğim yazımı hazırlarken bile beni sabırsızlandıran bir sergiyi sonunda görme fırsatı buldum. Londra’daki Tate Modern’de kapılarını açan İlya & Emilia Kabakov sergisi, gerek kavramsal alt yapısı gerek görkemli içeriğiyle beklentimin oldukça üzerindeydi. Bolşevik İhtilali’nin 100. yılına denk getirilerek kurgulanan retrospektif, Rus asıllı Amerikalı sanatçı çiftin, neden enstalasyon sanatının öncüleri olarak anıldıklarını fazlasıyla açıklar nitelikte. “Not Everyone Will Be Taken Into the Future” başlığını taşıyan sergi, Sovyet ülkelerinin kendine has görsel kültürünü ve tarihin sayfalarına hapsolmuş bu dönemde doğan/yaşayan bir kuşağın sanatsal yöneliminin muazzam bir özeti diyebilirim.

Kabakovların tükenmek bilmeyen fikir ve yapıt üretim serüvenini, erken dönem resimlerden desenlere, albümlerden heykellere uzanan geniş bir yelpazede gözler önüne seren seçki, sanatçı ikilisinin sıra dışı dünyasının kapılarını aralıyor. Sovyetler Birliği’nin kuruluşundan, 1980’lerdeki Perestroyka (Yeniden Yapılanma) dönemine dek geçen süreçte, bir toplumun yaşamına dair açık bir görsel anlatı ortaya koyan sergi, Kabakovların toplumsal gerçekçilik ile geleneksel Rus kültür ve edebiyatını harmanladığı sanat pratiği üzerinden adeta bir döneme ayna tutuyor. Devletin baskısıyla ortaya çıkan kültürel tektipleşmenin, ekonomik ve siyasi açıdan liberal eğilimin benimsendiği Perestroyka döneminde geldiği noktaya dair muntazam bir tarihsel resim çiziliyor.  Ilya & Emilia Kabakov ise bu çalkantılı dönemde, bir yandan rejimin empoze ettiği toplumsal gerçekçilikle bağını korurken diğer yandan etraflarındaki entelektüel kitlenin görüşlerini paylaştıkları ikili bir hayat yaşamak zorunda kalıyorlar. Konseptüalizme daha çok yöneldikleri 1970-80’lerde kendilerini, giderek yabancılaştıkları Sovyet kültürünü derinlemesine irdeleyen bir etnoloji uzmanı gibi hissetmeye başlıyorlar. Özellikle Ilya Kabakov, çocuk kitapları için illüstrasyonlar yaparken bir anda kendisini Moskova’daki underground sanat dünyasının ortasında buluyor. Kabakovları, konseptüalizmin öncüleri arasına sokan büyük boyutlu enstalasyonlara da bundan sonrasında ağırlık vermeye başlıyorlar. Ülkelerinin siyasi iklimine hiçbir zaman kayıtsız kalmayan çift, işçi/emekçi hareketlerini, politik eylemleri ve dönemin kadın/erkek kahramanlarını içeren işleriyle tanınmaya başlıyorlar.

Sergiye girer girmez beni karşılayan ufak tablonun içinde gizlenenler, Kabakovların derin ve büyülü dünyasının etkileyici bir örneği. Koşan bir futbolcunun tasvir edildiği “Soccer Player”, figürün silüeti içine resmedilmiş sade bir peyzajdan ibaret görünse de gerçekler çok farklı. Bu manzara görüntüsünün aslında bir işçi köyü olan Gulag’ı ve oradaki, eski hidroelektrik santralinden çevrilmiş hapishaneyi betimlediğini öğrendiğimde yapıtın serginin girişine konmasındaki inceliği anladım. Bu paradoks içinde özgürlüğe koşar gibi görünen futbolcudan adını alan iş, Fransız bir koleksiyoncunun yerinde yorumuyla tam bir Rus Pop-Art yapıtı diyebilirim.

Ardından gelen tipik toplumsal gerçekçi resimler ise rejimin empoze ettiği fikirlerin propagandası niteliğinde. Dostoyevski, Gogol, Çehov gibi Rus edebiyat ve kültüründen önemli isimlerin yer aldığı bu seriye “Holiday Paintings” adını vermelerindeki ironi çok net. Albümler köşesindeki Sovyet ideolojisini derinlemesine yansıtan portfolyolarda, suluboya resimler, renkli kurukalem desenlerle, Malevich’in Black Square’ınden soyut dışavurumculuğa uzanan bir modernizm öyküsü anlatılıyor.

Sanatçı çiftin, bir toplumda izole, ancak kimliğinden de sıyrılmak zorunda bırakılmış bireyin karamsar yaşamını tasvir ettiği işlerinin en başarılı örneklerinden biri “Communal Kitchen” yerleştirmesi. Tencere ve tavaların asılı olduğu, loş ve köhne bir mutfağı betimleyen bu iş, özel mülk, kişisel yaşam alanı gibi kavramların olmadığı baskıcı rejime işaret ediyor. Komün hayatın birey açısından çıkmazlarını irdeleyen çalışma, Kabakovların genel pratiğinde altını çizdiği “geriye ne kaldı” sorusunun cevabını arıyor. Kabakovların üretimlerinde çok önemli yeri olan iki büyük enstalasyona geldiğimde ise adeta tüylerim diken diken oldu. “Labyrinth (My Mother’s Album)” isimli çalışmada, klostrofobik bir labirentte, uzun ve kapkaranlık koridorlarda yürürken Rusya’nın üç farklı tarihsel dönemine tanıklık eden bir aile öyküsünün içine düşüveriyorsunuz.

Ilya Kabakov’un annesinin yaşamına damga vuran üç ayrı kuşağın yaşanmışlıkları etrafınızı sardığında, devrim sonrası Rusya, Dünya Savaşları ve Perestroyka dönemlerini müzik, ses ve çizimlerle karamsar bir tonda ve Ilya’nın gözünden yeniden yaşatıyor.  Ardından gelen “Under the Snow” serisi ise labirentte yaşadığınız deneyimi bambaşka bir yöne çeviriyor.  Bembeyaz, karlı manzara resimlerinin bazı köşelerinden gözümüze çarpan devlet töreni, gündelik yaşam, kalabalık işçi grupları gibi ideolojik normları temsil eden görüntüler, metafor teriminin içini başarıyla dolduruyor. Toplumsal ve bireysel bellek, karın saf beyazlığı ve örtücülüğü altında saklanıyor.

Sergiye adını veren “Not Everyone Will Be Taken Into the Future” isimli çalışma, en sonda izleyicileri uğurluyor. Duvardan izleyiciye doğru yönelmiş gerçek bir tren, eski, paslı rayların üzerine saçılmış kırık dökük tablolar, resimlerle birlikte gelecekte kendilerini neyin beklediğine dair kaygılar taşıyan Sovyet sanatçıların iç dünyasını temsil ediyor. Sanatçının geçmişle olan ilişkisi, şu anki toplumdaki yeri, sanatının değeri ve gelecekteki yeri gibi meseleler üzerine düşündüren enstalasyon, Kabakov çifti ile zaman ötesi bir ortaklık kurmanızı da sağlıyor. Bu eserin ismini belirleyen ise Ilya Kabakov’un 1983 yılında bir dergide yayınlanan makalesinde bahsettiği hayali bir hikaye. Malevich’in bir yaz kampı için öğrenci seçmesi yapacağını var sayan Kabakov, geleceğe eser bırakma şansı kazanan ve kazanamayan öğrencilere dair bir alegori kurgulayarak, söz konusu enstalasyonda bu alegoriyi canlandırıyor.

Kavramsal sanattaki White Cube anlayışından ve minimalistlerden farklı olarak; her tür detayı barındıran, ışık ve gölgenin büyük rol oynadığı neredeyse Barok sanatı andıran bu yerleştirmeler, Ilya Kabakov’un röportajında bahsettiği gibi gerçeği fantaziye transforme etme çabasıyla çok güzel bir şekilde örtüşüyor bana göre. Sergiden çıktıktan sonra ise genç yaşımda kafamda bir türlü netleşmeyen bir resmin tüm detaylarına hakim oldum. İngiltere’de öğrenciyken İstanbul’a tatile geldiğim zamanlarda vakit geçirmekten çok keyif aldığım komşumuz Rus göçmenin anlattığı Bolşevik ve Sovyet hikayeleri, rejimden kaçış anıları bambaşka bir gerçeklikle zihnime kazındı.

Londra’ya yolunuz düşerse 28 Ocak’a kadar mutlaka bu sergiye uğramanızı öneririm.


print