Her hangi bir yazılım kullanmadan “etkileşim” nasıl tasarlanabilir?

Eylül ayının gelmesi ile birlikte İstanbul’da sanat piyasası hareketlenmeye başladı. Şehrin farklı bölgelerine konumlanmış galerilerin sergi takvimleri yavaş yavaş kendini gösteriyor. Geçtiğimiz senelerde içki içildiği için sanat galerisi açılışına yapılan baskın ile gündeme gelen Tophane İstanbul’un en eski semtlerinden. Son yıllarda ardı ardına açılan sanat galerilerinin bu tarihi mekana bir dinamizm kattığına inanıyorum. Genellikle genç sanatçıların çalışmalarına yer veren bu galeriler hem güncel sanat ait örnekleri sanatseverler ile buluşturuyor, hem de onlara sanata farklı bir pencereden bakma şansı sunuyorlar. Her ayın bir pazar günü “Tophane Art Walk” adı altında düzenlenen galeri gezintileri İstanbulluları bu bölgeye çekmeye yeterli bir neden. Hafta sonlarını geçirmekten keyif aldığım bu bölgede PG sanat galerisi sezonu Ayşe Gül Süter’in “ Hareket” başlıklı ilk kişisel sergisi ile açtı.

Daha önceki çalışmalarından hatırladığım kadarıyla Süter ürettiği eserlerinde yeni medya teknolojileri kullanıyordu. Bu kez sanatçı her hangi bir yazılım kullanmadan etkileşim nasıl tasarlanabilir, Optik algılayıcılar, dokunmatik aygıtlar ve görüntü işleme olmadan da yeni medyanın temel problematikleri söz konusu edilebilir mi gibi soruların yanıtlarını aradığı deneyimlerini bizlerle paylaşıyor. Önceden animasyon, projeksiyon gibi teknik olanaklardan faydalanırken, teknolojinin sunduğu olanakların dışına çıkarak materyalin kendisinden bu etkileri yaratmanın mümkünatını sorgulamaya ve denemeye karar veriyor. Buradan yola çıkarak atölyesinde kırık araç camları ile denemeler yapıyor. Bu cam kırıklarını LED ışıklar ile birleştirerek hareketli görüntüler elde etmeye çalışıyor. Cam kırıkları, filmler ve ışığın birlikteliği izleyici de kendi hareketleri ile işlere müdahil olmuş oluyor. Yine benzer bir yöntem ile aynaları kullandığı çalışmasında izleyici hareketleri neticesinde kendisini kırmızı ve sarı gibi iki ayrı renkte görüyor. Bu noktada sanatçı bilgisayarda yazdığı kod ile gerçekliği deforme ederek izleyicide çift görme etkisi yaratıyor.

Galerinin ortasına yerleştirilmiş bilgisayar kodlama ile yapılan kara kutu içindeki iş ile çerçeveler içindeki cam filmler birbirileriyle adeta konuşuyorlar. Diğer bir duvarda ise cam film üzerindeki gökyüzü imajı izleyici ile birlikte hareket ediyor gibi. Genelde LED ışık kullanılmış kırık cam çalışmalar izleyici ile interaktif bir ilişki içinde. Sergi de yer alan diğer ilginç bir iş ise, bir kutu içine yerleştirilen pileksi üzeri karbon kâğıt ve ağır bir gümüş topun araba hareket halindeyken çizdiği yol haritası. Mekana girer girmez dikkati çeken çalışmada ise panel üzerine yerleştirilmiş pileksi çubuklar renkli LED ışıklar ile mekanda adeta bir gökkuşağı etkisi yaratıyor. Dokunarak hissettiğimiz bu pileksi çubuklar her çevrildiğinde farklı bir görüntü elde edilmesine sebep oluyor.

Deneysel nitelikteki bu çalışmalarında Süter, kelimeler ve onların anlamları yerine kırık aynalar, yansımalar ve renk gibi imajları kullanarak hem eserlere farklı duygular yüklemiş, hem de sanatçı kendine özgü bir estetik dil yaratmış. Kısacası sergide ki eserler izleyici ile her daim etkileşim içindeler. Sanatçı gündelik hayatımızda kullandığımız bu nesnelere ( cam ve ayna) sonsuzluk, hayal, düş, gerçeklik gibi olguları yükleyerek yoruma açık bırakıyor.İnanıyorum ki günümüzde teknoloji ile sanatın birlikteliği çağdaş sanatı anlamamıza ve yorumlamamıza katkı sağlamaktadır.

Daire galeride ise “ Kayıp” başlıklı karma bir sergi yer alıyor. Bu sergi kişisel ve toplumsal seviyede ters düz olan ve ani değişimler sonucu kaybedilen değerler üzerine.Çevreci ve aktivist sanatçı Buğra Erol’un çalışması ilginçti. Nohut- pilav arabasında yer alan antidepresan haplar hem ironik aynı zamanda düşündürücü. Öyle ki bu çalışma, günlük hayatımızda karşımıza çıkan başa çıkamadığımız sorunlar için çare olduğunu düşündüğümüz hapların hayatımızda ne kadar doğal bir yer edindiğinin göstergesi adına dikkat çekici bir işti.

Hafıza ve hayal gücü ile çalışmalar üreten sanatçı Evrim Kavcar’ın yerleştirmesi, İstanbul Üniversitesi içinde yer alan 1930’da Alfred Heilbronn tarafından kurulan botanik bahçenin Diyanet İşlerinin kapatma isteği ile karşı karşıya kalmasından yola çıkıyor. Bu mekan hem konumu hem de içinde barındırdığı ender bulunan nesli tükenmiş bitkileriyle farklı bir yere sahip. Sanatçı ile konuşmam esnasında duvardaki ufak bir çizimi gözüme takıldı. Sanatçı çiziminde hafızaya iyi gelen Ginko yaprağı ile metaforik olarak belleğe göndermede bulunuyor.

Bu haftaki sergiler ile başlayan İstanbul sanat günleri önümüzdeki hafta hız kazanarak devam ediyor. Bienal ve Fuarların da başlayacağı tarihi şehir yerli yabancı sanatseverlerin ziyaret akınına uğrayacak.

Evrim Kavcar

Evrim KavcarAyşe Gül Süter Ayşe Gül Süter
Buğra Erol

Buğra Erol

print