RENKLERİN KOZMİK DANSI

Geçtiğimiz ayki Paris seyahatimde izleme fırsatı bulduğum Çek asıllı ressam František Kupka’nın retrospektifi, kesinlikle 2018’in en iyi sergisi olmaya aday. Grand Palais’de izleyiciyle buluşan “KUPKA: Pioneer of Abstraction”, soyut sanatın öncüleri arasında sayılan Kupka’nın bilinmeyen dünyasını gözler önüne seriyor.

20. yüzyılın başlarında, klasik resme baş kaldırarak kendi kökeninden gelen ruhani ve felsefi eğilimi, Viyana sembolizmi ile harmanlayan Kupka, soyut sanata bambaşka bir boyut getiriyor. Biyoloji, kozmoloji gibi bilimlerle ilgilenmesinin yanı sıra dönemin basın ve reklamcılık anlayışına da katkıları olmuş olan bu çok yönlü sanatçının kariyerinin dönüşüm aşamalarına ışık tutan seçki, muhteşem bir deneyim vadediyor. Grand Palais’nin büyüleyici atmosferinde başarıyla kurgulanan sergide; tablo, gravür, manuscript, gazete kupürleri, illüstrasyon, fotoğraf, film gibi 300’e yakın yapıt yer alıyor.

“Soyut elimine etmektir.” diyen ve figürden bağımsız bir dünyanın kapılarını açan Kupka, geliştirdiği evrensel geometrik dil ile görünen ve görünmeyen arasındaki sınırların silindiği yeni ufukların resmini çiziyor. Sergide ağırlığını ilk hissettiren müthiş görsel ritim ve ahenk, formların ve renklerin muazzam dengesinden kaynaklanıyor. Sanatçının; üretimine konu ettiği nöroloji, astroloji, psikoloji, mistisizm gibi kavramları ayrı odalara dağıtan sergiyi dolaşırken bazı eserlerin önünde adeta hipnotize oldum.

İlgi duyduğu Nihilizm ve ezoterik felsefenin izlerini taşıyan resimleri, bu anlamda çok etkileyici. Erken dönem çalışmalarında daha sembolist bir ifadeyi benimseyen sanatçının; Paris’te resmettiği 1899 tarihli “Meditation” isimli işi ve Budist görüşe göre bilgeliği temsil eden lotus çiçeğinden etkilenerek yaptığı doğa resimleri, söz konusu eğilimine verilebilecek üst düzey örnekler.

Kupka’nın kariyerindeki en önemli geçişe refere eden “L’eau” isimli, yüzen bir kadını tasvir ettiği çalışması; bir yandan sembolist nitelikler taşırken diğer yandan sanat tarihinde çokça işlenmiş bir konuyu ele alıyor. Kupka’nın ışık oyunlarıyla, transparanlığın sınırına ulaşan imge ve figürün dinamizmini görsel bir zirve olarak tanımlamak yanlış olmaz. Serginin Tarih ve Modernite başlıklı bölümünde ise sanatçının insanlık tarihine dair temaları işlediği eserleri yer alıyor. Evrim, uygarlığın doğuşu, Antik Yunan Geleneği gibi alanlardan esinlenen Kupka, bu döneminde daha deneysel ve renkler konusunda maceraya giriştiği üretimlere imza atıyor.

Ardından gelen Öykünmeci Geleneği Kırmak başlıklı bölümde ise salonun en dikkat çekici parçası olan “Amorpha” isimli eser bulunuyor. Kupka’nın ilk soyut çalışması olma özelliği taşıyan 1912 tarihli yapıt; mavi ile kırmızının dansettiği, adeta müzik eşliğinde boşlukta imgelerin süzüldüğü bir sahneye benziyor. Bu noktadan sonra ivme kazanan soyuta geçiş, horizontal ve diyagonal hatların hakimiyetiyle başlıyor. Sanat tarihinde müzik, ritim ve şiirin görselleştirilmesine vurgu yapan Orfizm akımının da öncülerinden olan Kupka, pür soyutlamadan doğan eserleriyle yaratıcılığın adeta sınırlarını zorlamış diyebiliriz. Kariyerinin büyük bir kısmına yayılan bu üslup, asla tekdüzeleşmeden kendi içerisindeki tematik ve biçimsel devinim sayesinde sürekli bir aşama kaydetmiş. Yıllar geçtikçe katman katman yayılan bu eğilimler, sergide gerek düzenleme gerekse de bilgilendirme açısından başarıyla özetlenmiş.

Uzaya dair imgelerin tuval üzerinde adeta nefes aldığı çalışmaların olduğu bölüm, yine serginin büyüleyici odalarından biri. “Stereoskopik Köprüler” adını verdiği dikeyden yataya dönen çizgiler ve organik formların yoğunluk kazandığı işler ise izleyiciye kozmik dünyaların kapısını aralıyor. Boşlukta yüzercesine dinamik biçimler ve yüzeyde hareket eden dairesel imgeler, noktalama tekniğiyle birleşince karşımıza muazzam özgünlükte bir resim dili çıkıyor. 1930’lı yıllara geldiğimizde Kupka’nın üretiminde yine bir sıçramaya tanık oluyoruz. Beyaz arka plan üzerine siyah çizgilerle minimalist bir yaklaşım ortaya koyan sanatçı, soyutlamadan aldığı mükemmeliyetçi geleneği bu resimlerinde de yaşatıyor. Kupka, idealize edilmiş çizgiler ve ölçülü renk kullanımı ile tuvalde dengenin ustası olduğunu bu çalışmalarıyla kanıtlamış oluyor.

František Kupka’yı sanat tarihinde ayrıcalıklı bir noktaya koyan, karikatür ve illüstrasyon konusunda kendi döneminin ustaları arasında gösterilmesi. Özellikle I. Dünya Savaşı süresinde çizdiği posterler, rejim ve siyasi gündeme dair eleştiriden kopmamış keskin bir mizahi üslup barındırıyor. Toplumun düşünce biçimini, politik atmosferi hedefine alan hicivli yaklaşımlarıyla, çeşitli yayınlarda özgürce fikirlerini paylaşabiliyor olması oldukça değerli bana göre. Bu minvalde ürettiği grafik tasarım ağırlıklı üretimler, afişler, reklam çalışmaları gibi basın materyallerine ayrılan oda serginin en keyifli bölümlerinden biri diyebilirim. Bu bölümü gezerken gözüme çarpan 1904 tarihli bir desen ise oldukça ilginçti. Elinde kılıcıyla, kestiği insanların kafasına basmış bir Osmanlı figürünün yer aldığı “Türkler” ismini taşıyan bu çalışma, söz konusu döneme dair toplumun genel bakış açısını ve barbar Türk imajının Avrupalı zihinlerdeki tezahürünü göstermesi açısından çok önemli bir arşivlik yapıt. Kupka’nın kuvvetle vurguladığı şey, desenlerine verdiği önem. Onları sanatsal pratiğinde en yüksek noktada tutan ressam; toplumun nabzını, anarşizmin doğasını en doğrudan şekilde desenlerinde yansıttığını belirtiyor. Sonrasında resmettiği “The Voice of Silence” grafik dizisiyle Kupka için artık non-figüratif sanatın kapıları tamamıyla açılmış oluyor. Bu noktadan hareketle soyuta uzanan bu ünik yolculuğun tüm aşamalarını izleyebiliyoruz.

Adeta büyülenmiş olarak çıktığım sergiyle ilgili yayınlarda çıkan haberlere göz atarken Beaux Arts dergisinin notu dikkatimi çekti. Hakkında “Kupka’nın Kozmik Operası ve Ünik Görsellerin Senfonisi” başlığıyla bir değerlendirme kaleme alınan serginin bu tanımlamayı sonuna kadar hak ettiğini düşünüyorum. Paris’e yolu düşenler; müziğin, renklerin ve kozmosun ahengine tanık olmak için 30 Temmuz’a kadar mutlaka sergiyi görmeli.

 


print