Şiddet Cahillik Göstergesinin En Üst Sınırıdır.

Yaşadığınız dünyada siz ötekileri ne kadar tanıyorsunuz? Onları anlamayı hiç düşündünüz mü? Kendinizi onların yerine koydunuz mu? gibi empati yapmanızı sağlayacak soruları akla getiren farklı bir sergiden bahsetmek istiyorum bu hafta sonu.

Küratörlüğünü, bilgisine çok inandığım ve vizyonunu önemsediğim Beral Madra’nın yaptığı Yunanlı sanatçı Kalliopi Lemos’un “BEN BENİM, DÜNYALAR ARASINDA, GÖLGELER ARASINDA” sergisi Fener Yoakimion Rum Kız Okulu’nda açıldı. 2009’da Berlin’deki Brandenburg Gate yerleştirmesi ile tanıdığım sanatçı terk edilmiş teknelerle yaptığı yerleştirmeleriyle bu konuda geniş bir kamu bilinci oluşturmayı başarmıştı. Sanatçının daha sonra İstanbul için gerçekleştirdiği tekne yerleştirmesi Bilgi Üniversitesi Silahtarağa kampüsünde yer almaktadır.

1988’de kapatılmış ve boşaltılmış olan bu okula vardığımda sanki zaman durmuştu. Yıllarca kapalı olan bu öğretim merkezi biraz sonra çalacak olan ders zili ile tekrar hayat bulacakmış gibiydi. Kapıda beni karşılayan denizkızı heykeli mitolojik anlamda bilinmeyenin ve tuhaf olayların habercisi iken, bir yandan da kürsüdeki duruşu ile eğitim sistemini ve disiplini işaret ediyordu sanki.

Sınıflar arasında dolaşırken kaideler üzerine konumlandırılmış yarı insan yarı hayvan mitolojik figürler, arka fondan gelen çocuk seslerinden oluşan şarkılar ile yok olmuş bedenlere dramatik bir şekilde göndermede bulunuyorlardı. Sıraların üzerlerine bırakılmış kadın ve çocuk ölümlerini, tacizleri ve şiddet olaylarını anlatan metinler yaşanan vahim olayların boyutlarını gösteren örneklerdi. Bu belgelerin heykeller ile izleyenler arasındaki diyaloğu kuvvetlendiren ve sergiyi daha iyi okumamızı sağlayan unsurlar olduğunu düşünüyorum.

Direklere asılı ya da koltuk değneklerine dayanan mitolojik figürler arasında gezinirken, sanatçının aslında bir boşluğa ve kişisel yetersizliğe dikkat çekmek istediğini fark ettim. Kanımca bu çalışmalarıyla Lemos, kimliklerin tanınmasını ve ötekilik sorununun üstesinden gelinmesini öneriyor.

Rum Okulu konumu itibari ile her cephesinden İstanbul’un farklı güzel yüzünü gösterirken beni en etkileyen çalışmanın önünde buluyorum kendimi. Havada asılı sallanan ve formu ile bana bereket tanrısı Artemis’i hatırlatan çalışma kadın üretkenliğine atıfta bulunuyor. Aynı zamanda onuru elinden alınıp, şiddete maruz bırakılan insanlara karşı kazanılmış bir zaferi simgelerken izleyeni yaşanılan acıların derinliğine itiyor.

Bienalin ana temasını oluşturan kamusal alanda çağdaş sanat konusundan yola çıkarak Lemos Türkiye’deki Rum toplumunun yaşantısına ve deneyimlerine de dikkat çekmek istiyor. Sanatçının sergisi 2006 senesinde Türkiye’den Yunanistan’a yasa dışı göçlerin oluşturduğu trajik olayları tekrar bize hatırlatarak farkındalık yaratıyor. Kalliopi’nin dediği gibi “insanın onuru, kalıtımsal bir miras niteliğinde her insanın en önemli özelliği ve insanı oluşturan karakterlerin ayrılmaz bir parçasıdır”
Bienal döneminde açılan diğer önemli bir sergiye doğru yol alırken şiddetin cahillik göstergesinin en üst sınırı olduğunu düşündüm.

2005 yılında New York’daki atölyesinde ziyaret ettiğim Arjantinli sanatçı Fabian Marcaccio’nun Dirimart’taki sergisini ziyaret ediyorum. Kendisi ile yaptığım kısa sohbette İstanbul’daki ilk kişisel sergisi olduğunu dile getiren sanatçı “ Some USA Stories” ( bazı ABD hikayeleri) başlık sergisi ile sanatseverlere farklı bir deneyim yaşattı. Başlıktan anladığımız gibi serginin ana teması Amerikan tarihi ve onun baş aktörlerine referans oluşturuyor. Marcaccio üstüne basarak vurguluyor ki; “serginin ana konusu politika değil,zihniyet”

Farklı bir sanatsal dili olan Fabian yaşadığımız dijital çağda, bilinen geleneksek boyama teknikleri ya da klasik tablo anlayışının varlığını sorguluyor. Galeri salonundaki çalışmalarda dijital teknik ile değiştirilmiş imajlar, heykelsi formlar ve üç boyutlu boyanmış yüzey alanlar dikkatimi çekiyor.

Sanatçının kullandığı imgeler büyük bir şemanın parçaları gibi fakat form açısından özgür,bol renkli, boya uygulama tekniği farklı ve alt bazı örgü doku yapısı olan kendine özgün çalışmalar. Her imge kendine has özelliği olan, ayrı okunması, tecrübe ve kategorize edilmesi gereken imajlar.

Çağdaş sanatın içinde var olan güç, dirilik ve canlılık gibi olgulara onun işlerinde sık rastlıyoruz. İlk etapta sergiyi okumak zor gibi görülse de, daha yakından bakıldığında büyük bir emeğin ve düşüncenin ürünü olduğunu gözlemliyorum. Kalınca çekilmiş fırça darbeleri, boya yoğunluğunu bize gösterirken, Örgüler üzerine kurulu senaryolarda örgüler büyüdükçe boşluklar oluşarak imgeler birbirilerinden ayrılıyor. Izgarayı andıran bu örgüler genişleyerek tablonun yüzeyinde resmin yok olmasına sebep oluyor. Silikon gibi insan tenine en yakın malzemeyi kullanan sanatçının mekan ortasına yerleştirdiği Homeless ( evsiz) başlıklı heykelini çok etkileyici buldum. Heykelin ayaklarına yerleştirilmiş plastik coca cola şişelerinden yapılmış ayakkabılar esere İroni katmış.

Bana John Chamberlain’ın sıkıştırılmış heykellerini anımsatan bu heykel, sanatçının ifadesi ile Konfüçyus’a göndermede bulunuyor öyle ki;“Evsiz insan sokakta insanlara öğreticilik yapan bilge bir gezgindir. “


print