HEFUNA’NIN GİZEMLİ EVRENİ

Öncelikle şaşırtıcı güzellikteki desenlerinden bahsetmek isterim. Gerçekten her birine hayranım. Sen bu desenlere organik çizimler olarak adlandırıyorsun ancak düz hatlar kullanmıyorsun. Desenlerinin arkasındaki fikirden ve neyin altını çizmek istediğinden bahsedebilir misin?

Desenleri genel olarak ben de çok önemsiyorum. Heykel, enstalasyon, film ve performans gibi pek çok farklı medyum üzerine çalışıyorum. Ancak desenler benim pratiğimde, paralel bir evren gibi var oluyor. Henüz sanatın, piyasanın ya da sanatçı olmanın ne demek olduğunu bilmediğim çocukluk döneminde çizmeye başladım. Bu benim kendimi kelimelerin ötesinde ifade ettiğim unik bir dildi. Daha derin ve zengin bir yolla içimdekileri dışavurabilirdim. Şimdi ise yılın belli aylarını sadece desen çizmeye ayırıyorum. Çizimin en yakın ve direkt teknik olduğunu hissediyorum. Örneğin bir enstalasyon ya da film üzerine çalışıyorsam, yapıt ile aramda başka bir araç daha oluyor, kamera gibi…Ancak çizim yaparken, beynim ile elim herhangi bir filtre olmadan direkt birbirine bağlanıyor. Bir keresinde “Bir desende hiçbir şey saklayamazsınız” demiştim. Buna “bana ne çizdiğini göster sana kim olduğunu söyleyeyim” diye devam edebilirim.

Peki senin ulusallık üzerine görüşlerinle nasıl bir ilişkiye sahipler?

Çizmeye başlamadan önce boş bir zihne ihtiyacım var. Flash Art’a 2010 yılında verdiğim bir röportajda da şunu söylemiştim: “Desenlerim milliyet ya da cinsiyet sahibi değiller, pasaport taşımıyorlar.”

Desenlerin bana bir yerden diğerine taşınmak zorunda kalan mültecileri anımsatıyor ve bu açıdan baktığımda da farklı bir perspektiften okuyorum.

Çizmeye başlamadan evvel bedenim ve zihnimle şehirler üzerine bir deneyim, araştırma ve gözlem sürecine giriyorum. Şehirde dolaşıp oranın ruhunu ve atmosferini özümseyerek ve o yere ait tek bir eskiz çalışmadan bunu yapıyorum. Örneğin 2016’da Pi Artworks Londra’da, 2002’de çektiğim Crossroads serisinden filmlerin gösterildiği “London Crossroads” başlıklı bir proje yaptım. Bu proje için Trinity Laban Dans Konservatuarı’ndan 11 öğrenciyle çalıştım. Trinity Laban ile işbirliği yapmaya karar vermemin sebebi onun, insan bedeni ve mimarinin ilişkisini sorguladığı dans öğretme metodolojisindeki geçmişi; ki bu benim işlerimin de daimi teması. İşin sonunda, Oxford Sirk’inin yanındaki bir pencereden çekilmiş tek sekanslı, 150 dakikalık film ortaya çıktı. Kameranın açısı ve post prodüksiyon kullanılmamış hareketsizliği, bütünüyle deneysel ve CCTV çekimlerini andıran bir his yarattı. “London Crossroads” sanki belirli bir noktada ilk kez buluşuyorlarmış gibi birbiriyle kesişen ve birbirini etkileyen hareketleri üzerinden insan bedenlerini gözlemliyor. Tıpkı desenlerim gibi, hareketli imge, ağın mantığı üzerine konumlanan birden çok katman içeriyor. Sıradan insanların, alışveriş yapanların, turistlerin ve çalışanların arasında sızan 11 dans okulu öğrencisi vardı. Hazırlık aşamasında, dansçıların caddeden geçerkenki hareketleri için doğaçlama provalar düzenledim.  Neredeyse 3 saat süren filmde, izleyiciler ceketlerin ya da takım elbiselerin renklerini soyut bir yapı ya da desen gibi algılıyor. Gerçekliğin yapısıyla diyalog halindeki 11 kişinin oluşturduğu bu ağ benzeri hareket düzeni, benim taslak desenlerimde, noktalar ve çizgilerle katmanlanmış kâğıtlara benziyor.

Bu aynı zamanda mimari bir tasarım da sunuyor diyebiliriz.

Evet, mimariyle ilişkili bir insan bedeninden söz edebiliriz. Bu aynı zamanda, 2011-2013 yılları arasında New York Drawing Center ile işbirliği yaptığım başka bir ilginç projeye bağlanıyor. 2009 yılındaki Venedik Bienali’nde sergilenen 300 desenimi gören direktör Brett Littman, çizimlerin ona hareket ve dansı çağrıştırdığını söyleyerek beni koreograf Luca Veggetti ile tanıştırdı. “Notationotations” başlıklı bu projede 3 yıl birlikte çalıştık.

Evet, Youtube’da izlemiştim.

Bu aslında mekândaki muhteşem atmosferi yaşayan izleyici için oldukça içsel bir deneyimdi. Ziyaretçiler performansın bir parçası oldular. Martha Graham Dans Topluluğu’ndan 3 dansçı, her sabah mekânın zeminine tebeşirle yaptığım çizimi performanslarıyla siliyordu. Proje boyunca, çizim metodum hakkında vücudun kapasitesi ve hareket ilişkisine dair pek çok şey öğrendim. Nokta ve çizgiler için küçük bir fırça ve mürekkep kullanarak çalıştığım kâğıt desenleri, daima gerçek zamanlı ve bölünmeden üretiyorum. Asla bir çizginin üzerinden geçmiyorum. Tıpkı hareketi durdurma ya da tekrar etme imkânı olmayan, canlı bir performans sergileyen dansçılar gibi…

Desenlerinin çoğu bana çok sevdiğim Mashrabiyaları da anımsatıyor. Elbette Mashrabiyaların taşıdığı daha derin anlamlar var; kadın kimliği ve İslam sanatı ile olan ilişkisi gibi…

Mashrabiyalarda, çocukluğumun geçtiği Cairo şehrinin manzarasını gözlemlerken hafızama kazınan mimari parçalardan ilham aldım. Mimari elementlerin içeride ve dışarıda nasıl ayrıldığına dair bir gözlemdi. Işığı filtreleyen bu ekranların meditatif niteliği oldukça soyut bir yolla ortaya çıkıyor. Aynı zamanda dış dünyanın hızlı akışını da izleyebiliyorsunuz. Aslında bugün desenleri yaparken de benzer bir meditatif atmosferi hissediyorum. 2004’ten beri, mektuplar, deyişler, cümlelerle iç içe geçmiş bu ahşap Mashrabiyaları üretiyorum.

Hem Arapça hem İngilizce sözler, değil mi?

Arapça, İngilizce ve bazen de işaret ve kelimelerle yaratılmış yeni şeyler. Çoğunlukla anlaşılması güç ya da hayal edilmesi zor cümleler kullanıyorum. Tıpkı meditasyon ekranlarındaki gibi; örneğin “daima sessizlik” gibi sözler yazıyorum. İnsan beyni bu ifadenin gerçek anlamını hayal etmeye muktedir değil.

Mesela bir Mashrabiya’ya ya da kafes işine baktığımda, aklıma kültürel ve toplumsal baskı sonucu içeriye hapsedilmiş bir Osmanlı kadını geliyor.

İzleyici, diğer bir deyişle gözlemci en az yapıt kadar önemli. Ne görüyorsak onu biliyoruz. İnsanlar benim Mashrabiyalarım üzerine kendi kültürel içerikleri doğrultusunda farklı anlamlar yüklüyor.

Kesinlikle…

Bu işleri farklı ülkelerde gösterdiğimde, herkes başka bir anlam buldu. Örneğin Batı dünyasında insanlar yazı olmadan sadece desenleri fark ettiler. Bu yolla iş farklı bir anlam yükleniyor.

Mashrabiyalar hakkında bir makale okumuştum. Orada yazdığı gibi bunların bir çeşit DNA yapısına benzediğini söyleyebilir miyiz?

Rose Issa ile 2002 yılında yaptığım bir söyleşide, şöyle demiştim: “Moleküller ya da DNA modülü gibi yapıların soyut formları benim için her zaman çekici olmuştur. Bilim ve biyolojiye dair bu detaylar bizi yaşamın daha büyük yapısal kaynağı hakkında aydınlatıyor. Moleküler yapı ile desenlerimin ilhamını aldığım Mashrabiyaların formu arasında, özellikle birbiriyle keşisen hatlar bakımından yakınlık olduğunu görüyorum.”

Biraz biyografik detaylara girecek olursak, Mısır asıllı bir Alman vatandaşı olarak birbirinden oldukça uzak iki kültürün izlerini taşıyorsun.

Hem Alman hem Mısırlı bir kökene sahibim. Böyle ilginç bir ortamda doğduğum için şanslıyım. Bu durum beni zenginleştirmenin yanı sıra yaşamın bir çok katmanına dair bilincimin açılmasına da vesile oldu.

Peki bir sanatçının, ideolojik görüşünü ifade ederek toplumda herhangi bir bilinçlenme yaratacak gücü olduğuna inanıyor musun?

Az önce sözünü ettiğim “Notationotations” performans bu anlamda iyi bir örnek. İzleyici yapıtı birebir deneyimleyerek işin bir parçası haline geldiğinin farkına vardı. Her gün diğerinden farklıydı ve dansçıların gösterisi asla sabit değildi.

Bu performansı tekrarlamayı düşünüyor musun? Gerçekten canlı izlemek isterdim.

Hayır, bu New York’taki Drawing Center için geliştirilmiş unik bir projeydi. Öyle güzel bir atmosferdi ki bir süre sonra izleyiciler de hareket etmeye ve performansa dahil olmaya başladılar. Herkes tek bir yapı, herkesin bağlı olduğu tek bir enerji gibi hareket ediyordu. Bir akşam herkesin fark etmeden kusursuz bir çember oluşturduğunu fark etmiştim.

Herkes “bir” oldu yani…

Evet, tüm bedeninizle hissedebiliyordunuz. Gerçekten muhteşemdi. O yüzden tekrarlanmayacak oluşu da işin bir parçası. Eminim dans ve çizimi başka bir bağlamda bir araya getireceğim farklı projeler olacaktır.

Peki biraz da maskelerden bahsedelim mi?

Maskeler benim Alman kökenimden ilhamla üretildi. Almanya’nın güneyinde, kış sonu maskelerle karnaval düzenleyen köyler var. Bu karnavalda her köy farklı karakterlerin hikayesini anlatır.  Yılda bir kez bu maskenin arkasındaki kişi doğruyu söylemek zorundadır. Her aile kendi ahşap maskelerini saklar ve nesilden nesile aktarır. Mısır’da Mashrabiyaları hazırlayan ahşap oymacılar gibi Almanya’da da sadece maske yapan zanaatkârlar vardır. Ben de kendi yüzümün kalıbıyla ve doğa, bitki, ay ya da farklı ruh hallerini yansıtan öğeleri kullanarak onlarca değişik karakter yarattım. Bu ahşap maskeler tıpkı ahşap Mashrabiyalar gibi siyah mürekkeple boyandı. Mürekkebi aynı zamanda taslak çizimlerimde de kullanıyorum.

Aslında şu an anlıyorum ki; desenler, Mashrabiyalar ve maskeler hepsi tek bir parça.

Bunların hepsi birbirine ait, tıpkı “Hefuna Evreni”ndeki elementler gibi.

Gelecek projeler arasında neler var?

Amerika’da pek çok proje var. Manchester’daki Whitworth Art Gallery’de açılan büyük solo sergim yeni sona erdi. Genel olarak sürekli üretmekten ve işlerimin sürprizler yaratmasından keyif alıyorum.

Kesinlikle harika, unik parçalar…

Teşekkürler. Her biri yüzümün direkt kalıbından oluşuyor. Her biri unik ve tekrarlanamaz.

Bir şekilde kişisel diyebiliriz.

Evet, oldukça kişisel. Her maske benim bir parçamı ortaya koyuyor.

Tabii, aynı zamanda manevi değerleri de var. Peki farklı şehirlerde yaşadığını biliyoruz, şu an neredesin daha çok?

Dusseldorf ve New York. Bazen de Mısır ve tabii ki proje ve sergiler dolayısıyla sıkça seyahat ediyorum. İşlerimin bazıları; örneğin Mashrabiyalar ve yerleştirmeler Mısır’da yapıldı. Desenler ise daha çok New York’ta.

Farklı ülkelerdeki izleyici ve koleksiyoncuların geri dönüşleriyle ilgili neler söyleyebilirsin?

Aynı işleri dünyanın pek çok yerinde sergiledim. Çoğu farklı bağlamlarda seyahat etti. Maskelerin bir kısmını 2007 yılında Cairo’daki Townhouse Gallery’de gösterdim. Bu süre boyunca, Mısır’da kadınların evlerinden topladığım nesnelerle “4 Vitrines Of Afaf” isimli bir iş daha ürettim. Onlar için özel bir anlam, hayal ya da hikâye taşıyan herhangi bir nesne vermelerini istedim ve Cairo’da kamuya açık bir caddeye koyulacak bir vitrinde sergileneceğini belirttim. Nesne kendi kimlikleri ya da bireyselliklerine dair bir iz taşımalıydı. Böylece işin kurduğu ağın ve yapının bir parçası haline gelebilsinler. Bu yerleştirme daha sonra New York New Museum’daki “Museum as HUB” sergisinde gösterildi ve ardından  Sharjah Art Foundation’daki solo sergime gitti. En son Manchester Whitworth Art Gallery’deki sergiye dahil edildi. Yapıt aynı kalıyor ancak sergilendiği şehirlere bağlı olarak onu izleyen insanların gözünde her seferinde başka bir anlam yükleniyor. Tamamen izleyicinin geçmişine, sosyal bağlamına ve kültürüne bağlı bir anlam…İzleyici işin parçası haline geliyor ve öyküleri anlatmaya devam ediyor. Hayal etmenin ve hikâyeleştirmenin gücü baki kalıyor.

Peki senin için kavramsal sanatçı tanımını kullanabilir miyiz ya da feminist? Sanat tarihi bağlamında kendini nereye konumlandırırsın?

Çok basit. Ben bir sanatçıyım ve bu benim yaşamım. Çalışmalarımın etiketlere ihtiyacı yok. Bir kadınım ve kendimi yalnızca bir kadının bakış açısıyla ifade edebilirim.

 


print