PICASSO’NUN “YÜZ”LERİ

Sanat tarihinde bazı ustalar vardır ki yüzlerce eserini görseniz dahi adına açılan her yeni sergi, içinizde bir an önce görüp tadına varma isteği uyandırır. Pablo Picasso da benim için bu ustalardan biri. Picasso Müzesi’nin çok özel bir tema altında, sanat tarihinde çığır açan bu ismin eserlerinden bir seçki ortaya çıkaracağı haberini alır almaz hemen rotamı Barcelona’ya çevirdim. Gerçekten de yalnızca bu sebeple dahi kilometrelerce yol katetmeye değecek nitelikte bir sergiyle karşılaştım.

Kübizmin öncülerinden Pablo Picasso’nun dopdolu kariyerindeki başat bir alana ışık tutmak amacıyla tasarlanan sergi, sanatçının türlü teknik ve eğilimlerde eser ürettiği farklı dönemlerine tarihlenen 80’den fazla portre çalışmasını bir araya getiriyor. Picasso’nun özgün üslubunun yanı sıra bir taraftan karikatürize diğer taraftan realizme dönük olan portrelerin sahipleri arasında Dora Maar, Jean Cocteau, Jacqueline Roque, Jaume Sabartés, Erik Satie, Igor Stravinsky, Miguel Utrillo gibi sosyal çevresinden aile ortamına kadar pek çok ismi görmek mümkün. Sanatçının resim pratiğindeki şaşırtıcı derecede yenilikçi ve çeşitlendirmeci yaklaşımının kapsamlı bir özeti gibi yorumlayabileceğimiz “Picasso Portraits” için bir tür tematik retrospektif demek hiç de yanlış olmaz.

Sanat tarihinde başlı başına önem arzeden bir alan olarak portre geleneğini, 20. yüzyılın fikirsel ve sanatsal devinimleri ışığında, modernist dokunuşlarıyla canlandıran Picasso, biçimin ötesine geçerek adeta tuvalde nefes alıp veren figürler yaratmış. Portrecilikte geleneksel tasvirin sınırlarına hapsolmadan en soyut görünümlü eserinde bile modelinin mizacını ve karakterini yansıtacak kadar ifadeci bir yöntem izlemiş olması beni hayrete düşürdü. Dışavurumun böylesine az ama öz şekilde kendine yer bulduğu çok az örnek gördüm diyebilirim. İnsan figürü Picasso’nun, erken dönemlerinden son üretimlerine kadar her daim ilgilendiği bir öğe; ancak kariyeri, bu denli derin dalgalanma ve dönüşümlerle evrilen bir sanatçı, portrecilik temasını, üretiminin her aşamasında layıkıyla yeniden yorumlamış.

Bu noktada Kübizmin babası Cezanne’ı da anmak gerekir diye düşünüyorum. Çünkü Picasso, Cezanne’dan miras kalan formal/yapısalcı betimlemeyi portrelerinde de geliştirmeye devam etmiş. Böylece alışılagelmiş görsel algıya göre yan yana koymakta bile tereddüt edeceğimiz kübizm-insan anatomisi birlikteliğinde çığır açmış. Sergiyi gezdikçe eserlerdeki referansların bununla da kalmadığını farkettim. Batılı sanatçıların yüzyıllar boyu inşa ettiği klasik portrecilikten de etkilenen Picasso, duruş, poz ve tavır betimlemeleri konusunda ustaları Goya ve Velázquez’e saygı duruşunda bulunuyor.

Sergi beni aynı zamanda portre geleneğinin çıkışı ile ilgili düşünmeye de sevk etti. Bilindiği üzere ressamlar, yüzyıllar boyu sipariş üzerine saray eşrafı, hükümdarlar, tüccarlar, aristokratlar gibi toplumun önde gelen kesimini resmetmiş. Modernist dönemde dahi sipariş üzerine portre geleneğinin devam ettiğinden bahsedebiliriz. Ancak Pablo Picasso, çizgi dışı yaşamına sığdırdığı onlarca sanatçı, yazar, müzisyen, şair dostunu ve aşklarını, bir araya geldikleri buluşmalardan ya da yaşanmışlıklardan ilhamla spontane çizimlerle tuvale yansıtmış. Haliyle sanatçının iç dünyası ile modelin karakteri, Picasso üzerindeki etkisi ve izlenimi dahil olmak üzere pek çok duygusal bileşenin ahenkli bir toplamı ortaya çıkmış. Yalnızca bu sergi ile dahi Picasso’nun sıra dışı tabiatına ve dünyayı, insanları, ilişkileri algılama biçimine dair derinlemesine fikir edinmek mümkün. Onun gibi renkli bir kişiliğin, modellerini yalnızca üslup ve içerik bakımından uyumlu şekilde resmetmesi elbette beklenemezdi. Çok yönlü ve öngörülemez karakteriyle bağdaşır biçimde bu portrelerde,  modellerinin her biri Picasso için ne ifade ediyorsa onu yakalayabiliyoruz. Öyle ki seçtiği teknik ve stilini bile söz konusu kişinin mizacına göre şekillendirdiğinden bahsedebiliriz. Çoğuna aşina olduğumuz bu figürlere Picasso’nun gözünden bakmak muhteşem bir deneyimdi benim için.

Sergideki eserler arasında beni en çok etkileyenlerden biri Nusch Éluard’ın  portreleri oldu. Picasso’nun dostu, sürrealist şair Paul Éluard’ın eşi olan ünlü modelin resmine baktığımda, tıpkı gerçek hayatında olduğu gibi neşeli, enerjik ve yaşam dolu biriyle karşılaştım. Picasso hayranı bu kadının, fiziksel özelliklerinden şen şakrak tavırlarına kadar her detayın incelikle işlenmiş olması büyüleyiciydi. Yine bir kadın figürü üzerinden ancak bu kez tam tersi bir ruh halinin dışavurumunu, Picasso’nun ilk eşi balerin Olga Khokhlova’nın portrelerinde gözlemliyoruz. Bu kez mağrur, düşünceli ve durgun görüntüsüyle Picasso’nun tuvaline yansıyan Olga, sanatçının hem klasik dönemine hem de kübist dönemine konu olmuş. Böylece tek bir figür üzerinden Picasso’nun fırçasının evrimine tanıklık etmek heyecan vericiydi. Hepimizin tanıdığı, uzun yıllar süren büyük aşkın kahramanı Dora Maar ise kuşkusuz sanatçının kariyerine damga vuran bir isim. Bu kez daha uç ve hatta daha derin bir karakterin suretine bakarken Picasso’nun, sevgilisi için kullandığı “Kafkaesk” sıfatını yalnızca resmin diliyle vurgulayışını hayranlıkla izledim. Kullanılan renkten, kompozisyon ve figürün duruşuna kadar her bir ayrıntı, gergin, karamsar ve depresif atmosferin tamamlayıcıları olmuş. Bunları Picasso ve Maar’ın hararetli ilişkisinin izleri olarak görmek mümkün; ancak Dora’nın ifadelerine bakılırsa “Bu portrelerin hepsi Picasso, hiç biri Dora Maar değil.”

Picasso’nun efsaneleştirdiği tüm bu kadınların yanı sıra sosyal çevresine dahil olmuş bazı kişilere yaklaşımı da oldukça ilgi çekici. Örneğin; bohem yaşantısıyla tanınan aktör Bibi-la-Purée’yi tanımadan da resmine bakarak hakkında fikir sahibi olabiliyorsunuz ya da Jaume Sabartés, naif ve telaşsız duruşuyla bir resmin anlatacaklarının sınırsızlığını hatırlatıyor.  Çalakalem yapılmış gibi duran Stravinsky çizimi bile Picasso’nun baskın ifadeciliğini gözler önüne sermeye yetiyor. Saatlerce bu “yaşayan” figürlerin arasında dolaştıktan sonra Picasso’nun en önemli özelliğinin gözlemciliği ve adeta bir psikanalist edasıyla hayatına kattığı her bir kimseyi sonsuza dek yaşayacak ikonlar haline getirdiğini gördüm. Sadece bu yönüyle bile Picasso’ya olan hayranlığınızın artacağı bir gerçek; o yüzden 25 Haziran’a dek devam edecek olan sergiyi mutlaka değerlendirmelisiniz.

 


print