SANAT KÜRESEL SERMAYEYİ NASIL ETKİLİYOR?

Küreselleşmenin etkisiyle iş ve sanat dünyası arasındaki ilişkiyi konu alan bu ayki yazımda iki farklı alanın ulusal sermayeyi nasıl etkilediği hakkındaki izlenimlerime yer vermek istedim. Ulusların kültürel geleceğini ve sanatın ticari yanını bu sefer de farklı bir bakış açısı ile ele alalım.

Çağdaş sanatı, Doğu Avrupa komünizminin çöküşüyle birlikte tüm dünyada nerdeyse tek ekonomik sistem haline gelen kapitalizmin zaferi sonucu giderek kitle kültürüne daha fazla yakınlaşmış bir iletişim aracı olarak görebiliriz. Günümüzde sanat belki de tarih boyunca hiç olmadığı kadar sistemin hizmetinde olmuş, hatta bizzat sistemin kendisine dönüşmüştür demek hiçte yanlış olmayacaktır. Sanatın aynı zamanda bir yatırım aracı olması, egemenlerin kendi hegemonyalarını meşrulaştırmak için kullandığı bir araç olması ve küresel çapta global bir düşünce, beğeni ve yaşam tarzı oluşturması sebebiyle çağımızda egemen ulusların ilgisini de oldukça çekmektedir.

Ulusların, “sanatı” en yoğun ve en etkili silahlarından biri olarak kendi çıkarları için kullanması, 2. Dünya savaşı sonrasında Avrupa’da kültürel yapılanma anlamında idealizm dalgalanması ile başlamıştır. Bu dönemde üye ülkeler arasındaki birliğe katkıda bulunabilecek her şey ciddiyetle ele alınıyordu. Bu anlamda düzenlenen, iş birlikleri, kültürel turlar ve ziyaretler, “insan maneviyatının yeşermesi” adına yeni bir platform sunuyordu. 1947 yılında kurulan ve hükümetlerin cömert destekleri sayesinde daha fazla kişi tarafından erişebilir olan “Uluslararası Edinburgh Festivali”, milli gururu ifade etmek konusunda kendine daha yumuşak bir ifade biçimi oluşturmuştu. Performans sanatlarında gişe rekorları kırıldı ve sanat, iş dünyası içinde iyi bir kaynak olduğunu kanıtladı. Şirketler, kurumsal değerleri ve sağlam kültürel projeler ile ortaklıkları arasındaki sinerjinin farkına varmış oldular. Örneğin İngiltere’de iş dünyasının sponsorluklarında patlamalar görülürken, Avrupa’nın tamamında da kültürün; ekonomi, politika ve sermaye için önemi konusunda giderek büyüyen sosyal bir fikir birliği oluşmaktaydı. Durum böyle olunca günümüzde sanatın, piyasasıyla, ulusal ve uluslararası kurumlarıyla resmen bir sektör haline gelmiş olduğunu görmek mümkün. Bu konuda, (Baudrillard, 2010) “Günümüzde sanat, tıpkı herhangi bir ticari işletme gibi, kariyer fırsatları, kârlı yatırımlar ve yüceltilen tüketim nesneleri sunuyor” der. Artık sanat eserlerinin üretilmesi sanatçının bireysel dışavurumlarının ötesinde, hiç şüphesiz ulusların kültürel miraslarına da katkıda bulunmaktadır. Şirketler açtıkları müzelerin/galerilerin başına küratörleri getirirken, müzeler/galeriler de yönetimlerine işletmecileri ve pazarlama uzmanlarını alıyorlar. Bu durum müzelerin/galerilerin nasıl şirketleştiğinin ve şirketlerinde nasıl müzeleştiğinin/galerileştiğinin ve dolayısıyla müze/galeri ve şirket arasındaki o keskin ayrımın nasıl da giderek kaybolduğunun göstergesidir.

Yerel sermayeler küresel ve mega etkinliklere oldukça büyük bütçeler harcamaktan hiç çekinmezler. Düzenlenen festivaller, bienaller, müze turları buna verebileceğimiz örneklerden. 1977 yılında Paris’te inşa edilen “Centre Georges Pompidou Müzesi baş döndürücü mimarisi ve eklektik programlaması ile büyük beğeni toplamış ve yeni bir fenomenin gelişinin işareti olmuştu. Günümüze geldiğimizde iş dünyasının sanata olan ilgisinin daha da kuvvetlendiğine tanıklık ediyoruz. 1997 yılında Bilbao’da kurulan “Guggenheim Müzesi” kültür ve ekonomik refah arasındaki doğru orantıyı gösteren en başarılı örneklerden bir diğeri. Kentsel dönüşüm anlamında büyük bir fark yaratan Frank Gehry’nin muhteşem tasarımı, turistleri bu küçük liman şehrine akın ettirdi. İlk üç senesinde ziyaretçilerin harcadıkları para bölge hükümeti için yüz milyon Euro’dan fazla vergi geliri getirdi. Kültür aracılığıyla yeniden yapılanma konusunda küresel bir model haline gelen bu özel müze dünyada “Bilbao Etkisi” adı verilen bir fenomen yaratmıştır.

Bilbao örneğinden sonra iş dünyası ve sanat arasındaki ilişki yeni bir boyut kazanmış oldu. Daha önce güç ve anlaşılması zor olarak görünen bir sanat biçiminin popülaritesi, iş dünyasını da kendini çağdaş fikirler ve değerler ile ifade etmek konusunda cesaretlendirmişti. Sanat ve iş dünyası arasında ki karşılıklı ilişki bir yandan da menfaatler doğrultusunda devam etti. Bu birliktelik, sermaye sahiplerine entelektüel anlamda yeni bir perspektif sunarken, yapılan sponsorluk anlaşmaları da sanat için çok önemli bir gelir kaynağı oluşturdu. Örneğin İngiltere’de uygulanan model, devlet desteğini özel sektör yatırımı ile dengelerken, İtalya’da milli mirasların korunması için devlet firmaları cesaretlendiriyordu. Lüks markası olan Tod’s’un Roma’daki kolezyumun restorasyonu için yirmi beş milyon Euro bütçe ayırması, Moda evi Fendi’nin, iki milyon Euro’ya Trevi Fountain (Trevi Çeşmesi)’nin onarımı için ödeme yapması devlet-sanat ilişkisine güzel bir örnek oluşturmuşlardır.

Bu yakın ilişki sayesinde, bir yandan da iş dünyasında ki teknolojik yeniliklerin hızı sanata yansırken, teknoloji yardımı ile sanat, dünyanın her yerine dokunabilir oldu. Küresel dünyada yapılan sanat organizasyonları büyük ses getiriyordu. Örneğin New York’nun “Metropolitan Operası” tüm dünyada yaptığı canlı yayınları ile milyonlarca dolar hasılat yaptı. Google Earth ve Madrid’deki Prado Müzesi arasında kurulan ve galeri de sergilenen eserlerin detaylı incelenmesine olanak sağlayan iş birliği, sanatsal olduğu kadar teknolojik olarak da bir esin kaynağı olmuştur. Londra’nın Victorian And Albert Müzesi’nde düzenlenen David Bowie sergisi, ses sistemlerinde dev bir marka olan “Sennheiser’in” her bir ziyaretçiye sunduğu yüksek kalite kulaklıkların katkısı sayesinde bambaşka bir boyut kazanmıştı.

Sanatın bir anlamda özelleştirilmesi onu metalaştırırken, kültürel politikalara olan büyük etkisi kaçınılmaz. Özel şirketlerin sanatı nasıl ve ne şekilde desteklediği ve aralarında oluşan kopmaz bağı gösteren bu yazımda, tüm bu teknolojik, ekonomik ve politik gelişmeler sayesinde her şeye rağmen, sanatın uluslararası ağda daha ulaşılabilir olmasını da sağlamıştır.


print