“Sanat Özgürlüğün En İyi Anlatım Şeklidir” OSMAN DİNÇ

Türkiye’de Minimalizm ve Arte Povera’nın en değerli temsilcilerinden olan Osman Dinç’in yeni sergisi “Balmumu Arıların Alın Teridir”  Pi Artworks’te kapılarını açtı. Hammaddeye ağırlık ve yoğunluk hissi kazandırdığı heykellerinde; malzemenin sertliğine tezat biçimde ritmik formlar, dinamik kıvrımlar yaratmayı başaran Osman Dinç, çalışmalarının soyut görünümünün ardına gizlediği çocukluk anıları ve insan-doğa ilişkisiyle beni kendisine hayran bırakan bir sanatçı. Kendisiyle, 28 Mart’a kadar devam edecek olan yeni sergisi vesilesiyle keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Üretim pratiğinizi kolektif belleğin arkeolojisini yapmak olarak tanımlıyorsunuz. Bu tabiri hangi bağlamlarda okumalıyız, biraz derinlemesine açıklayabilir misiniz?

Kolektif belleği, insanoğlunun tarihi bir yaratık olması olarak tanımlıyorum ve bence ortak bellekler insanın tarihidir. Gelecek diye bir şey henüz olmadığı için, insanlık tarihi bizi geçmişe bakmaya itmektedir. Geçmişte neler olduğunu bilelim ki, geçmişi yeniden yorumlayalım ve geçmişteki deneyimlerden yararlanarak geleceğe bakış açımızı değiştirelim. Yani gelecek yok derken şimdiki zamanın da sürekliliğine vurgu yapıyorum. İnsanoğlu tarihi bir yaratıktır ve unutulmuş olan ortak bellekler, insanoğlunun genetiğine işlemiştir. İnsan doğasını ve onun evrendeki yerini belirlemek için, insanın geçmişine bakmak durumundayız. Genelde benim eserlerimi bilhassa Fransa’daki eserlerimi görenler sanki geçmişte bir zaman diliminde, bir medeniyette yapılmış araçlara, aletlere benzetirler. Eserler, bir işe yarıyormuş da neye yaradıkları bilinmiyormuş gibi okunuyorlar. Ben de bu yaklaşımdan hareketle unutulmuş ortak belleğin arkeolojisini yapıyorum derim. Örneğin, teleskopla baktığımız zaman bir yıldızın bize 50 ışık yılı uzaklıkta olması veya bir milyar yıl önce yola çıkan uzak bir galaksideki görünümü; o hala orada mı? yok oldu mu? kaldı mı? başka galaksilerle birleşti mi? gibi… Bize geçmişten gelen haber getiriyor. (evrenin ortak belleği…)

Yeni serginizde dikkatimi çeken; kırmızı, sarı gibi renklerin kullanımına yönelmeniz oldu. Şimdiye dek genellikle monokrom işlerinizle sizi tanıyan izleyiciler olarak renklerle olan bu yeni diyaloğunuzu ve yoğunlaşmanızı nasıl değerlendirmeliyiz?

Eskiden beri renk kullanıyorum aslında. Bazı işlerim, özellikle Fransa’daki işlerimde renk kullanımı daha yoğundur. Fakat Türkiye’de sergilenen işlerde yer almıyor. Ben aslında ilk 10 yıl resim yapan biriydim. Rengi her zaman kullanırım. Türkiye’de belli bir sanayi bölgesinde olan atölyemde, oradaki imkanlar beni etkilediği ve daha çok metale yönelik işler yaptığım için renk pek gözükmüyor. Aslında renkli fotoğraflarım müzelerde ve koleksiyonlarda yer alıyor. Renk her zaman var etrafımda ama Türkiye’de uzun süre sonra sergi açmam nedeniyle bu sergide yer alan işlerdeki renkler sürpriz oldu. Renkleri sürekli kullanırım ben. Bazı işlerim vardır mesela kırmızı ve yeşildir. Kırmızı, isyan; sarı, ışık; yeşil umuttur. Renkleri ben ilaç gibi kullanırım. Balmumunun rengi mesela ilaç gibidir. İlaç gibi derken, merhem gibi kullanırım demek istiyorum. Buradaki işlerimde ise bu renkler deneme mahiyetinde. Örneğin, menevişlenmiş demirin rengi ateş rengidir. Dolayısıyla mordan kahverengiye kadar renkler yalın ve yansıyan oynak renklerdir. O yüzden işlerim benim için çok renklidir diyebilirim.

Balmumu malzemesine yüklediğiniz metafor oldukça katmanlı ve etkileyici. Burada emek kavramı ile kurguladığınız ilişkiden ve bunun genel kavramsal çerçeve olarak çıkış noktasından bahseder misiniz?

Balmumu Arının Alın Teridir dediğimiz zaman, gerçekten balmumunun arının vücudundaki glikozdan dönüştürerek balmumu yaptığını ve de peteklerini yaptığını biliyoruz. Bu da aynı zamanda kendini tüketerek evini yapan insan gibi, bir eşya yapan işçi gibi ve de pazarlama ekonomisinin daha önce  söylediğim gibi bir teoloji haline geldiği bu dönemde emekten bahsetme zamanının geldiğine dikkat çekiyor.. Türkiye’deki asgari ücretin durumunu ve bu ücretle aile geçindirenleri düşünüp bunları hatırlatmak istedim. Bunu da mütevazi bir şekilde ama şiirsel bir boyutla anlatmak istedim. Bir de size çanaklar içinde alın teri ikram ediyorum.

Bize tanıdık gelen nesneleri belli formal dönüşümlerle başka bir temsile adapte ediyorsunuz. Minimalizmin yanı sıra bir yeniden yorumlama/formlama gibi işlediğiniz bu süreç sizin için neyi sembolize ediyor?

Tanıdık gibi gelen nesneler aslında ortak belleklerin uzantılarıymış gibi. Tabii bunlara ek olarak her yeni yaptığım işlere daha farklı bakış açıları katarak onların daha şiirsel olmaları için uğraşıyorum. Bununla birlikte bazı sonuçlara varıyorum. Sanatçı birkaç fikir ile dünyaya gelir ve onun etrafında fikirlerini geliştirir. Matis’in söylediği gibi sanatçı ilk tablosunda ömür boyunca yapacağı işleri doldurur, sonra katmanlarını yaşlanana kadar açıklığa kavuşturmaya çalışır. Benimkisi de böyle bir süreç olabilir. Bu arada benim eserlerim yalın bunu kabul ediyorum bir yerde en kısa sürede sonuca varmak için ve kullandığım malzemeyi de bozmamak için yalın işler yapmaya çalışıyorum fakat bunlar minimalist değilller. Minimalist sanat genelde şiirsel anlamı olmayan içi boş olan işlerdir. Minimalist sanatçı derki ‘’Bu küp küptür başka bir şey beklemeyin’’. Ama ben bir obje yaptığımda bir forma benzetirim daha duygusal daha şiirsel olsun isterim.

Heykel gibi türevlenmeye ve tekrara açık bir sanat dalında, bireysel özgünlüğünüzü bu denli korumanızın ardındaki başarınızı nasıl açıklarsınız?

Her türlü malzemenin heykellerde kullanıldığı bir dönemdeyiz. Eskiden birçok şeyi düşünürken, başka bir sanatçıya benzememek için kendimize oto sansür uygulardık.  Ama artık bir yaşa geldim ve artık oto sansürü kendime yasaklıyorum. Zaten, Joseph Beuys’un dediği gibi; sanat özgürlüğün en iyi anlatım şeklidir.

Yapıtlarınızda yoğun olarak kozmoloji, astronomi gibi bilim dallarından ilham aldığınızı ve su-hava-toprak-ateş elementleri üzerine sembolik bir içerik kurguladığınızı görüyoruz. Buradaki kaynağın açılımını nasıl yaparsınız? 

Rönesans’ta ortaya çıkan en güzel şey perspektif olayı ve beraberinde getirdiği özgürlüktür. Perspektifte iki kaçış noktası vardır A-B kaçış noktaları… Bunlar arasında tercih yapılır. O zaman insanoğlu aydınlanma çağında perspektifi keşfetmiştir, ufku açılmıştır. Daha özgürce bir sisteme  yönelmiştir, bu Fransız Devrimi’ni ve beraberinde birçok şeyi getirmiştir. Bu dönemler bizim geçmişimiz tarihimizdir. Daha sonra I. Dünya Savaşı oluyor. Bu savaş, ışık çağının getirdiği umutları yıkıyor, insanlığın en büyük yıkımını yapıyor. Daha sonra Rönesans’ta keşfedilen ufuk çizgisi yok oluyor.. Sanat soyutlaşıyor ve yüzeyselleşiyor. Bu yüzden yeniden ufuk çizgisini icat etmeliyiz diyorum ben. Bu ufuk çizgisi; astronomiyi bildiğimiz için ve bilim bu kadar ilerlediği için ufak çizgisi yeniden var diyebiliyorum. Belki yamuk ama yeni bir ufuk çizgisi…  Bu nasıl bir ufuk çizgisi… örneğin şu anda oturduğumuz gezegenin yüzbinlerce km hız ile evrende gittiğini aklımızdan çıkarmayalım böyle bir gezegende tabii ister istemez aklımıza Mario Merz’in ‘yarının yörükleriyiz’ lafı geliyor. Ve dolayısıyla kosmoloji hatta astonomi diyeceğim. Belki benim dünya dertlerimden kaçış noktam belki de insanlığın yarınki noktası da olabilir.  Stephen Hawking der ki; bundan birkaç bin yıl sonra insanoğlu yeryüzünü terk etmek durumunda kalacak.


print