SANATIN DEVRİMCİSİ ROBERT RAUSCHENBERG

Londra seyahatimde uğramadan geçmediğim sanat durağı Tate Modern, 1950-60’ların en önemli isimlerinden Robert Rauschenberg’i ağırlıyor. Kariyeri boyunca sanat pratiğinde devrim niteliğinde çalışmalar ortaya koyan Rauschenberg, sonuna kadar hak ettiği bir ünvanla, Amerika’nın Leonardo’su olarak anılıyor. Tate Modern, Rauschenberg’in 60 yıllık kariyerine ışık tutan bu sergide, MOMA ile işbirliğine giderek sanatçının 2008’deki ölümünün ardından düzenlenen ilk kapsamlı retrospektifi bizlerle buluşturdu. Bugün halen daha çağdaş sanat üretimlerinde izlerine rastladığımız Rauschenberg, Amerikan sanatını  sonsuza dek değiştirmiş bir avangart olarak herkes gibi benim de hayranı olduğum biri.

Rauschenberg’in erken dönemine ait soyut dışavurumcu resimlerinden, son dönemindeki sıra dışı çalışmalarına kadarki zaman dilimine ışık tutan sergi, izleyiciyi sanatın sınırları konusunda yeniden düşündüyor. Tek bir kişinin böylesine çok yönlü bir yaratıcılığa sahip oluşuna şaşkınlıkla tanık olurken mekânın her bir odasında ayrı bir dünyanın içine düşmüş gibi hissettim. 1950’lerin New York’unun hareketli sanat ortamıyla Amerika’nın zorlu siyasi gündemi birleşince Rauschenberg gibi içinde fırtınalar kopan sanatçılar yaptıklarıyla çığır açtı. Farklı medyum ve teknikleri deneyerek hem çağdaşlarının ötesine geçmeyi başaran hem de arkasından gelenlere ön ayak olan  Rauschenberg’in değindiği her tema, derin referanslar içeriyor.

Sergide en çok beğendiğim bölümlerden biri “Dante Drawings” isimli desen serisini içeren kısımdı. Dante’nin 14. Yüzyılda kaleme aldığı ünlü yapıtı İlahi Komedya’nın “Inferno (Cehennem)” bölümünden ilhamla 1950-60 arasının siyasi ve toplumsal ortamını yorumlayan sanatçı, 500 yıl önce paylaşılmış bir eleştirel düşünceyi büyük bir ustalıkla çağına adapte etmiş. Magazin figürlerinden politik yüzlere kadar pek çok fenomeni bulabileceğimiz bu desenlerin üretim tekniği de en az içerikleri kadar heyecan verici. Dergi ve gazete kâğıtlarını kimyasal çözeltiyle manipule edip çizim ve suluboya desenleriyle zenginleştiren sanatçı, çalışmasını biçimsel olarak da Dante’nin kitabına benzetmek için uğraşmış. Her bir “sayfa” gerek kompozisyonu gerek başlığıyla doğaya, sanata, insana, kültüre şiddet teması etrafında şekilleniyor. Bu haliyle çağdaş bir Cehennem tasviri olarak okuyabileceğimiz seriyi büyülenerek seyrettim.

İpek baskı tekniğiyle yapılmış tabloların yer aldığı bölüm de sergide oldukça ilgi gördü. Nostaljik TV ekranlarındaki silik ve titreşimli görüntülere benzeyen görselliğiyle Pop-Art’ın en gözde örneklerini sunan bu çalışmalar, baş rolde dönemin önde gelen siyasi figürü Kennedy’nin olduğu, popüler tarihi imgelerle bezeli ironisi yüksek yapıtlar. Sanatçının teknolojiyle olan denemelerini yansıtan bu resimlerdeki hiciv dolu yaklaşım ile soyutlamacı ifade, meyvesi olduğu çağın aynası niteliğinde demek yanlış olmaz. Kil ve seramik karoları gibi malzemelerin de yardımıyla, adeta farklı frekanslardaki TV ekranları gibi görünen bu tabloların her biri ayrı mesaj veriyor izleyiciye.

Rauschenberg’in tuvalde devrim yaptığı çalışmaları “Combine Paintings” serisini içeren bölüm ise serginin yıldızıydı diyebilirim. Dada akımının öncüsü Duchampt’dan etkilenerek resme kavramsallık kazandıracak müdahalelere girişen Rauschenberg, el yapımı hazır nesnelerle resim düzlemini birleştiriyor. Bu hareketiyle işlerini heykelsi yapıtlara dönüştüren sanatçı, ünlü eleştirmen Leo Steinberg’e göre  1960’ların tartışmalı konularından olan resim-heykel disiplinlerinin sınırlarına meydan okuyor. Bu seriyi, tuval yüzeyini dikey formdan yatay forma aktararak geliştirmeye devam eden Rauschenberg, düz platolar üzerine doğaçlama uygulamalar yapmaya başlıyor. Çağdaşlarının aksine, resim pratiğindeki bu yataya yönelimi yine objelerle birleştirerek bu kez de enstalasyonun kapılarından içeri sızıyor.

Bir tuval üzerinde duran doldurulmuş keçi figürlü yerleştirme, Rauschenberg’in limit ve engel tanımaz yaratıcı kimliğinin en güzel örneklerinden bana göre. Sanatçının dinamik zihnini ve çizgi dışı ifade dilini yansıtan “Bed” isimli iş benim sergideki favorilerimdendi. Ressam arkadaşı Dorothea Rockburne tarafından kendisine hediye edilen patchwork yorganı, kanvas alacak parası olmadığı bir zamanda tuval gibi kullanmaya karar veren Rauschenberg, yorganda varolan desen ve kompozisyona soyut renklendirmeler yapıp yastık ve çarşaf ekleyerek resme yepyeni bir yorum getirmeyi başarmış. Tek bir işin izleyiciye hem içtenlik ve samimiyet hem de agresiflik ve karamsarlık hissetirebiliyor olmasını inanılmaz bir yeteneğin ürünü olarak görüyorum. Öyle ki bu önemli yapıttan etkilenen Tracey Emin’in de yatak temalı enstalasyonuna bu ikili dışavurumculuktan ilhamla imza attığını söyleyebiliriz.

Rauschenberg’in “Combines” serisinin ardından benzer görsel dili kullanarak ürettiği “Spreads” serisi de yine serginin öne çıkanlarından bana göre. Ahşap panel ve kumaş üzerine boya ve transfer yoluyla, çeşitli ülke ve kültürlere ait imgeleri resmeden sanatçı, bunu şemsiye gibi hazır nesnelerle boyutlandırıyor. Amerikan bayrağı ile Çin’den genel şemsiyeleri kullandığı çalışması, tıpkı bu farklı malzemelerin yarattığı görsel ahenk gibi farklı kültürlerin de bir araya gelmesini sağlayan sanatın birleştirici potansiyeline duyduğu inancı gösteriyor. Rauschenberg’in parlayan kariyerindeki bir diğer konsept ise beyaz resimler serisi. Renk teorisyeni Joseph Albert’ın öğretilerinin tam tersine işaret eden bu beyaz resimlerle adeta çığır açıyor diyebiliriz. Dönemin kavramsal sanatçılarından sayılan müzisyen John Cage’in ünlü yapıtı 4’33’’ de bu serinin ilham kaynağı olmuş. Piyanonun başına geçip, 4 dakika 33 saniye boyunca hiçbir şey çalmadan, dinleyicilerine yalnızca doğaçlama çevresel sesleri dinleten Cage’in bu performans ve ses çalışması, Rauschenberg’i hiçlik ve boşluk kavramları üzerine düşünmeye itmiş. Bunun sonuncunda benzer bir hissiyatı bu kez resim düzlemi üzerinden izleyicilerine aktarmak isteyen sanatçı, beyaz resimleriyle kariyerinde sıçrama yapmış.

Sergide gözümü kırpmadan seyrettiğim bu işler gerçekten de birer baş yapıt. Rauschenberg’in devrimci yönünü gösterdiği diğer ünlü eseri ise “Erased de Kooning” olmuş. Ressam Willem de Kooning’e giderek, onun en değerli tuval işlerinden birine müdahalede bulunmak istediğini söyleyen Rauschenberg, söz konusu resmi gerçek anlamıyla “siliyor”. Bu ses getiren müdahalesiyle yepyeni bir esere imza atmış olan sanatçı, neo-avangardizm denen akımın da öncüsü oluyor.

Deneyselliği yalnızca tekniğiyle sınırlandırmayan, konu, görsel ifade, renk kullanımı gibi sanat pratiğinin tüm detaylarında arayış içinde olan Rauschenberg, geçtiğimiz yüzyılın en güçlü isimlerinden. Yaşadığı çağın her daim bir adım ötesinde duran bu yenilikçi sanatçıyı doyasıya keşfetmek için 2 Nisan’a kadar vaktiniz var. Londra’ya yolunuz düşerse uğramadan geçmeyin derim.


print