SOKAKTAN MÜZEYE: BASQUIAT

Hayranı olduğum bazı sanatçılar bugün yaşasalardı neler üretiyor olacaklardı diye düşünürüm bazen. Bir sanatsever ve koleksiyoncu olarak beni en çok meraklandıran ise Jean-Michel Basquiat’nın kariyerindeki potansiyel üretimi. Kendisini, Amerika’nın dünyaya armağan ettiği en değerli yetenekler arasında sayabiliriz ancak ne yazık ki çok genç bir yaşta hayatını kaybeden Basquiat’nın, bugün yine hayranlıkla izleyeceğimiz olgunluk dönemi eserlerinden mahrum kaldık. Kısa yaşamına görkemli başarılar sığdırmayı başarmış olan sanatçı, dinmek bilmeyen üretim enerjisi sayesinde bugün bambaşka bir ülkede açılan retrospektif sergisiyle taçlandırılıyor.

Geçen ay Frieze sebebiyle ziyaret ettiğim Londra’da, izlediğim birden fazla sanat mekânında, eşzamanlı olarak siyahi sanatçılar ve ırkçılık karşıtı söylemler etrafında şekillenen prodüksiyonlar görmem tesadüf değil bana göre. Son yıllarda tüm dünyada yükselen milliyetçilik, etnik kimlik ve ırk ayrımcılığı, ötekileştirme gibi meselelerin sanat ortamlarında da endişe yarattığı çok açık. Kurum ve galeriler, bu türden anlamlı sergilerle, sanatın kapsayıcı gücünü bir kez daha hatırlatmak istiyor gibi. Barbican Art Gallery, seçimini, ilk kez dünyaca ün kazanmış bir Afro-Amerikalı sanatçı olan Basquiat’dan yana kullanmış ve Londra’da şimdiye dek gerçekleşmiş en kapsamlı Basquiat sergisi ortaya çıkmış. Sanatçının 100’den fazla eserini bir araya getiren retrospektif, odağına, bu genç dâhinin müzikten yazarlığa, performanstan filme uzanan çok yönlülüğünü alarak resim, desen, obje, fotoğraf, doküman ve defterlerden oluşan muazzam bir seçki sunmuş. Basquiat’nın dinamizm dolu üretim pratiğini gözler önüne seren “Boom For Real”, sanatçının en ünlü ikonik eserlerinden en az bilinenlerine varan zengin içeriğiyle göz dolduruyor.

New York’ta, 1970’lerin sonunda kendini gösteren post-punk, underground sanat çevresine girerek rüştünü ispatlayan Basquiat, yakın arkadaşı Al Diaz ile SAMO takma adı altında sokaklarda graffiti yapması vesilesiyle ilk kez medyanın dikkatini çekmiş oldu. Sonrasında kanıyla yaptığı desenleri, beyzbol kartlarından kolajları ve doğaçlama resimleriyle çevresinde giderek ünlenen Basquiat, 1982’deki Documenta 7’ye katılımıyla uluslararası bilinirliğe ulaştı. Oldukça kısa bir sürede sanat dünyasının dikkatini çekmesinde; eşi görülmemiş görsel dili, ikonografinin alanına giren sembolik ifadeciliği, ham imge ve metinlerle kurguladığı kaotik ama anlamlı yapının büyük etkisi var kuşkusuz. Resim özelinde bir formasyona sahip olmaması ise Basquiat’nın kendi sınırlarını kendisi belirleyen özgür sanatsal yaklaşımının daha hızlı ve direkt sonuca ulaşmasına yardımcı olmuş diyebiliriz. Dönemin popüler kültürü tarafından parlatılan “punk” ve aykırı imaja yakınlığı, alışılmış öğretilerden sıyrılan tavrıyla Basquiat, Amerikan sanatının 20. yüzyıldaki öncüleri arasına erkenden girmeyi başardı. Resimleri ise Yeni-Dışavurucumculuğun en spesifik ve değerli örneklerinden sayılıyor. Basquiat’yı diğer sanatçılardan ayıran en derin fark elbette siyahi biri olması. Her ne kadar hem kendisi hem de yapıtları ikonikleştirilse de sosyo-kültürel açıdan geçmişinde yaşadığı deneyimlerin etkisinden kurtulduğunu söylemek zor. Neredeyse çocuk yaşındayken içine girdiği sokak yaşamının sesini bastırmadan, isyanını ve ideolojik duruşunu her daim işlerinin merkezine koyan Basquiat’yı özel kılan da bu asi yanı.

Öyle ki caz yerine hip-hop müziğe ilgi duymasından, sterilize edilmiş sanat dünyasına duyduğu tahammülsüzlüğe kadar her konudaki tepkisini açıkça eyleme döken bir figür kendisi. Andy Warhol ile olan yakın arkadaşlığı bile Basquiat’nın isyancı kimliğini ortaya koymasına engel olamıyor. Pop-art’a olan ilgisini, bir dönem aynı evde yaşayacak kadar yakın olduğunu bildiğimiz Andy Warhol ile Factory’de ortak üretim yaparak derinleştiren Basquiat, Warhol’un ticari açıdan üzerinde himaye kurmasından duyduğu rahatsızlığı oldukça ironik bir yolla dışavuruyor. Maddi kaygılardan bağımsız, özgür bir üretime yönelmesinin önündeki engelleri resimlerine çiş yaparak protesto ediyor. Sergiye dahil edilen, sokaklarda parasız geçirdiği yıllarda üzerine resim yaptığı kapı, buzdolabı, televizyon gibi nesnelerin varlığı da Basquiat’nın sanatsal dışavurumun çerçevesi ve sınırları konusundaki engel tanımazlığını pekiştiriyor.

Beni en çok düşündüren, günümüzde adeta yeni bir prestij kaybı alanı olarak çizilmeye başlanan özgünlük meselesinin Basquiat için bir handikap haline gelmemiş olması. Üretimlerinin “kendine has”lığından öyle emin ki; dışavurumculuk konusunda Cy Twombly’den, karikatürize eğilimi konusunda Keith Haring’den, primitif sanata olan ilgisinde Picasso’dan ve pop-art yaklaşımında Andy Warhol’dan ilham aldığını saklamaya gerek görmüyor. Çünkü bir eserin, sanatçının iç dünyasında biriktirdiği tüm imge ve düşüncelerin yansıması olduğunu ve ipuçlarını çözebilen bir gözün özgünlüğü kavrayacağını öngörmüş olmalı. Benim özellikle dikkatimi çeken bir başka kaynak da Afrika kültürü oldu. Kendi etnik kimliğinin bir parçasını eserlerinde de beslemeye devam eden Basquiat’nın Afrika sanatındaki primitif heykeller, masklar ve totemlerden ilham aldığını rahatlıkla söyleyebilirim. Serginin sürprizlerinden biri ise şimdiye dek hiç gösterilmemiş olan bir video. Basquiat’nın kendi stüdyosunda çocuklar gibi pervasızca dans ettiği anların yer aldığı görüntüleri izlerken tuvallerinden taşan naif ve çocuksu ifadenin kaynağını gördüm diyebilirim.

Sergide, Basquiat’nın sanatında sıkça karşılaşılan, yazı ve imge arasındaki belirgin etkileşime de değiniliyor. Kendi deyimiyle kelimelere görsel elemanlar gibi davranan sanatçı, harflerle ya da cümle yapılarıyla soyut kurgular yaratarak kendine has bir oyun alanı oluşturuyor. Dili tek başına kelimelerden ibaret görmeyen Basquiat, imge ile metni birleştirdiği kompozisyonlarında ironiden ödün vermeyen lirik bir yapı ortaya koyuyor.

Her ne kadar yapıtlarının ticari değeriyle öne çıkmaması adına mücadele vermişse de bugün sanat dünyasının geldiği noktada hepimizin kabul etmek zorunda olduğu bir takım dinamikler var. Müzayedeler de bunlardan biri. Geçtiğimiz Mayıs ayında gerçekleşen Sotheby’s müzayedesinde “Untitled” isimli kurukafa resmi 110 milyon dolara Japon bir koleksiyoncuya satıldı. Bu tarihi rekora ulaşılmasının en iyi yanı; alıcının Japonya’daki müzesinde işi sergileyeceğini belirtmesi bana göre.

İngiltere’deki sanatseverler için eşsiz bir fırsat olan sergiye ilgi tabii ki göz kamaştırıcı düzeyde. Ocak sonuna dek Londra’ya yolu düşecek olanlar planlarına mutlaka dahil etmeli.


print