Yaz dönemi için yurt dışı seyahat planlarınızı henüz yapmadıysanız sergi önerilerime göre rotanızı belirleyebilirsiniz. Bu ayki yazımda turistik olduğu kadar kültürel aktivitelerin de nabzını tutan şehirlerin sanat gündeminden paylaşımlar yapmak istedim.
Geçtiğimiz ay kapılarını açan Venedik Bienali 57. Uluslararası Sanat Sergisi sebebiyle kent, hareketli günler yaşıyor. Bu yılın merakla beklenen etkinliklerinden olan bienali görmekle kalmayıp şehrin birbirinden güzel müzelerinde sanat adına doyurucu anlar yaşayabilirsiniz. Ca’ Pesaro Modern Sanatlar Müzesi’nde İngiliz Pop Art akımının öncü ismi David Hockney’nin sergisi izleyiciyle buluşuyor. Benim geçen yıl Londra’daki Royal Academy of Arts’ta izlediğim bu serginin bir sonraki durağının bienal zamanında Venedik olması yerinde bir seçim diyebilirim. Hockney’nin kariyerinin kayda değer bir aşamasını özetleyen portre çalışmalarının bir araya getirildiği sergide, 50’den fazla eser yer alıyor. Sanatçının geniş çevresi, profesyonel ve kişisel ilişki ağının bir sonucu olarak hayatına giren kişilerin resimleri arasında gezinirken John Baldessari, Larry Gagosian, Frank Gehry, Lord Rothschild gibi tanıdık isimlere rastlayacaksınız. Aynı fon rengine ve boyuta sahip olmalarının yanı sıra tüm figürlerin hep aynı sandalyede oturuşuyla da ayrı bir mizansene sahne olan eserler, adeta Los Angeles sanat dünyasına ışık tutuyor. Hockney, enerjik renk ve dokunuşların hakimiyetindeki resimlerinde, pürüzsüz boya yüzeyleri, sert konturlar ve parlak renklerle vurguladığı görüntülerin yerine bu kez kendi yaşamından figürleri yerleştirmiş. Muazzam bir gözlemin ürünü olan eserlerle, Hockney’nin keyif verici üslubunun izini sürmek isteyenler için sergi, 22 Ekim tarihine dek açık olacak.
Venedik’e gitmişken güncel sanatın ikonik isimlerinden Damien Hirst’in “Treasures from the Wreck of the Unbelievable” başlıklı solo sergisini de görmeden dönmemek gerek. Pinault Foundation’ın Venedik’teki iki ihtişamlı müzesi Palazzo Grassi ve Punta della Dogana’da yer alan serginin küratörlüğünü Elena Geuna üstleniyor. Sanatçının 10 yıllık bir süreçte şekillendirdiği proje, “Apistos” (Unbelievable) isimli devasa bir gemi enkazında keşfedilen çok değerli parçaları bir araya getiriyor. Hikayeye göre bu eserler, Aulus Calidius Amotan’ın (Cif Amotan II) koleksiyonuna ait. Damien Hirst’ün replikalarını yaparak, üzerlerine yapışmış midye, yosun, mercanlarla adeta denizin altından çıkartıldıkları halleriyle sergilediği heykeller, okyanusun derinliklerinde bir müze imgesini canlandırıyor. Hirst’ün müthiş bir titizlikle, işadamı ciddiyetinde bir fabrikasyon mantığıyla üretim yaptığı bilinen bir gerçek. Bu işlerde de görsel ve teknik açıdan bu mükemmeliyetçi tutum öne çıkıyor. Gösterişli parçalara bir de scuba dalışçılarının gemiden eserleri kurtarma anlarını yansıtan light box fotoğraflar eşlik ediyor. Damien Hirst’ün her büyük çaplı sergisinin, görkemli birer şova dönüştüğünü düşünürsek etkilenmemek elde değil. 3 Aralık’a kadar ziyarete açık.
Bir diğer gözde Avrupa şehri Paris’e gidecek olanları ise hareketli günler bekliyor. Pek çok serginin arasında göze çarpanları sıralayalım. Modern sanat aşıkları için Musée du Quai Branly-Jacques Chirac’ta açılan “Picasso Primitif” sergisi güzel bir seçenek olabilir. Sanat tarihçilerinin Picasso’nun çalışmalarını çözümlerken her daim değindiği Afrika sanatı ve Primitif sanat esinlenmesini temel alan sergi, sanatçının söz konusu üsluplara duyduğu ilgi ve merakı belgeleyen dökümanların sunulduğu bilgilendirici bir bölümle açılıyor. Primitif sanatı gelişmemişlik ölçüsü değil insanlığın en derin ve içsel katmanlarına bir yolculuk olarak niteleyen Picasso, benzer temaları masaya yatırdığı işlerinde plastik özellikler açısından da kuvvetli atıflarla bu yaklaşımını desteklemiş. Picasso’nun eserleriyle Afrika sanatından örnekleri bütünsel bir dille bir arada taşıyan sergiyi özel kılan ise hem antropolojik hem de estetik bakımdan izleyiciye karşılaştırmalı bir okuma imkanı sunuyor oluşu. 23 Temmuz’a kadar ziyaret edin derim.
Paris’e seyahat edecek fotoğrafseverler için de bir haberimiz var. Centre Pompidou, 20. yüzyıl Amerikan modernizminin fotoğraf alanındaki değerli temsilcisi Walker Evans’ı ağırlıyor. Özellikle Buhran Dönemi’ni aktaran çalışmalarıyla tanınan Evans’ın, 1920’lerden 1970’lere uzanan kariyeri boyunca çektiği fotoğrafların yanı sıra, vintage baskılar, kartpostallar ve efemeralarla zenginleştirilen sergi, 20. yüzyılın ilk yarısında şekillenen Amerikan kültürünün eşsiz sembollerini önümüze seriyor. Kent yaşamından yalın sahneleri, gündelik detayları, ülke profilini betimleyen mimari yapıları, tabela ve işaretleri, portreleri kısacası Amerika’ya ait ne varsa her birini nesnel bir yaklaşımla kadrajına alan sanatçı, bu basit ama temel imgelerin bir kültürün ikonik tanımlayıcıları olacağını bilebilir miydi acaba? 14 Ağustos’a kadar devam edecek olan bu ilginç sergiyi kaçırmayın bence.
Londra’da ise şu sıralar Zeid rüzgarları esiyor ancak Tate Modern’de heyecan verici bir sergiyi daha ajandanıza not edin derim. Heykeltraş Giacometti’nin İngiltere’de gerçekleşen en kapsamlı retrospektifi olma özelliği taşıyan sergi, modern heykel sanatının üst düzey örneklerini izleyiciyle buluşturuyor. Sayısı 250’yi aşan eserin bir araya getirildiği seçki, sanatçının 20. yüzyıla damga vurmuş Matisse, Picasso, Degas gibi ustaların yanındaki yerini sağlamlaştırıyor. İkonik işlerin yanında daha önce sergilenmemiş çizimleri de görme fırsatı yakalayabileceğiniz sergi, 10 Eylül’e dek açık.
Avrupa sınırları dışına gidenler için ise New York MOMA her zaman güzel bir seçenek. Soyut dışavurumculuk deyince akla ilk gelen isimlerden Robert Rauschenberg’in retrospektifiyle yazı karşılayan müze, resim, heykel, çizim, baskı, fotoğraf, ses ve video kayıtlarıyla zenginleştirilmiş müthiş bir prodüksiyon sunuyor. Sanatçı ve yönetmen Charles Atlas’ın da tasarımına büyük katkıda bulunduğu sergi, 17 Eylül’e kadar mutlaka görülmeli.