ANSELM KIEFER – HERMITAGE MUSEUM

Beni Rusya’ya gitmeye teşvik eden, görmek için sabırsızlıkla gün saydığım “Anselm Kiefer, for Velimir Khlebnikov” sergisi, St. Petersburg’taki State Hermitage Müzesi’nde açıldı. Kiefer’e duyduğum hayranlığa, yazılarımı okuyanlar aşinadır. Her yeni sergisine, sanki bir sanatçının işleriyle ilk kez tanışacakmışım gibi büyük bir heyecan ve beklentiyle gidiyorum. Şimdiye kadar da hiç hayal kırıklığına uğramadım desem yeridir. Hermitage Müzesi’ndeki sergi de Galerie Thaddaeus Ropac işbirliğiyle hazırlanmış üst düzey bir prodüksiyon. Kiefer’in usta Rus şair Velimir Khlebnikov’a adadığı bu sergi, sanatçının çoğunlukla 2016-2017 yıllarına tarihlenen anıtsal büyüklükteki çalışmalarını izleyiciyle buluşturuyor.

Yeni-Dışavurumculuğun öncü ismi Anselm Kiefer’in, Rus edebiyatına farklı bir boyut kazandırmış, kalıplaşan şiir dilini kırıp yerine sembolik ifadeciliği getirmiş, fütürist şair Velimir Khlebnikov’la (1885-1922) tanışması 1970’lere denk geliyor. Şiire sızmış bu sembolist anlatım yönteminden çok etkilenen Kiefer, bu sergideki işlerinin çoğunu Khlebnikov’a adamış. Eserlerin isimlerini seçerken şairin destanlarından esinlenen sanatçı, dizelerin altındaki soyutlama fikrini resimlerine uyarlamış. Khlebnikov aynı zamanda tarihi olaylara yönelik öngörüleriyle de bilinen, takdir edilen bir kimlik. Üzerine kafa yorduğu deniz savaşları konusundaki tespitlerini, bu alanda tarihin bitmek bilmeyen tekerrürünü ve insanlığın içine çekildiği vaziyetleri dile getiren şair, Rus Devrimi’nin alt yapısını bile önceden sezen biri olarak anılıyor.

Kiefer için şiirden beslenme dürtüsünün çıkış noktası ise içgüdüsel bir kurtuluş fikrine dayanıyor. Resim yapmayı uçsuz bucaksız bir okyanusta yüzmeye benzeten sanatçı, şiirleri yüzmekten yorulduğu zamanlarda dinlenip soluk almak için sarıldığı dubalara benzetiyor. Böylece korkutucu sonsuzluğun içerisinde tekrar üretimin dalgalarına kapılacak gücü kendinde bulabiliyor. Sergiyi gezerken bu ifadenin hayat bulduğunu görmemek elde değil. Bir yandan şiirin ta kendisi diğer yandan sanatçının zihnini ve iç dünyasını tuvalin üzerinde şiirsel bir akışla izleyebildiğiniz olağanüstü resimler. Ne kadar büyüleyici olduğunu tahmin edebilirsiniz.

Elbette Kiefer ve Khlebnikov arasındaki eşsiz birleşim yalnızca biçimsel sınırlara hapsolmuş değil. Öyle ki ifade ve form bakımından buluştukları ortak paydayı asıl yaratan, inşa ettikleri tematik ve duygusal zemin. Kiefer,  2. Dünya Savaşı sonrası tanık olduğu yıkım, ekonomik çöküş, acı ve toplumsal vicdani hesaplaşmadan payına düşeni fazlasıyla almış biri olarak yapıtlarında, tıpkı Baselitz ve Richter gibi Nazizmin ve soykırımın sakıncalı sularında gezinmekten çekinmiyor. Resimlerinde yaşattığı acı, tekinsizlik, karamsarlık ve korku ortamını, farklı materyallerden kaynaklanan 3 boyutlu doku zenginliğinin yanı sıra sınırları aşan renk hakimiyetiyle yaratıyor. Eserlerin her bir katmanı, Khlebnikov’un mısralarında saklı ipuçlarına zemin oluyor adeta. Kiefer’in kullandığı toz, toprak, paslı metal, kuru çiçekler, hasır, kum gibi malzemeler, Khlebnikov’un kurduğu anlamlar örüntüsünün düğümleri yerine geçiyor diyebiliriz.

Yüzyıllar boyu süren savaşlar sonucu bir demir enkazına dönüşen dünyayı, okyanuslarda ve sonsuz arazilerde birikmiş kalıntılardan ibaret görmek oldukça sarsıcı bir deneyimdi. Kendimi bir felaket senaryosunun içerisinde karamsarlığa kapılmış bir halde bulmama rağmen, tasvir edilen bu ümitsizliğin ardında yatan parlak günleri görmem gerektiğini hissediyordum. Terkedilmiş gemi ve uçak enkazları aslında kurtarılmayı bekleyen bir geleceğin habercisi gibi.

Bu düşünceler içerisindeyken pencereden dışarı baktığımda gözüme takılan bir görüntü, St. Petersburg limanı oluyor. Tarih boyu binlerce savaş gemisine mezar olan Baltık Denizi’nde, tam da Büyük Petrov’un Deniz Kuvvetleri binası önündeki gemi enkazı ve Petrov heykeli, serginin incelikli kurgusunu açığa çıkartıyor ve içeriğin gücü daha da pekişiyor. Burada Anselm Kiefer’in bir röportajında sahile vurmuş gemilerin kendisi için ne ifade ettiğini anlatışı aklıma geliyor. Karaya oturmuş bu enkazları 21. yüzyıl sanatıyla bağdaştıran ressam, tıpkı yeniden seyire geçmek için Ararat Dağı’nda büyük tufanı bekleyen Nuh’un gemisi gibi sanatın da yeni gelecek sel ve tufanla gün ışığına kavuşarak yüceleceğini ifade ediyor. Kiefer, zor ayakta duran bir geminin tekrar yola koyulması sonucunda ise ya yeni avangartların doğacağını ya da sanatın ağır manifestolar altında güçsüzleşip tükeneceğini de söylemeden geçmiyor. Tarih, felsefe, din, edebiyat üzerine hayran olunası bir birikime sahip olan sanatçıyı dikkate almamak gibi bir şansımız yok bence.

Sergiyi gezerken enkazları arkamızda bırakıp bu kez manzaraların arasına dalıyorum. İlk gözüme çarpan kum, çakıl, saman gibi malzemelerle betimlenmiş peyzajlar, orman ve göl tasvirleri oluyor. Kiefer’i bilen sanatseverler, manzara dediğimizde aklımıza yemyeşil, ruh açıcı, ferah görüntüler gelmeyeceğini tahmin eder. Kışın yorgunluğunu taşıyan Kuzey Almanya kırsallarıyla Rusya’nın tundralarını anımsatan kupkuru araziler, üzerinde çiçeklerin yetişmesi imkansız karamsarlık verici doğa ortamları olarak savaş sonrasında uzun zaman yeşermeyen ümitlere gönderme yapıyor adeta. Kasvetli ve distopik manzaralarıyla izleyiciyi duygusal açıdan rahatsız etmekten çekinmeyen Kiefer, yanan kuleler resminde ise İncil’de bahsedilen lanetli Sodom ve Gomore şehrinin öyküsüne değiniyor.

Bana 9/11 trajedisini hatırlatan bu resim ve Khlebnikov’un 1919 yılında yazdığı “Ladomir” şiirinden şu dizelerin diyaloğu çok düşündürücüydü.

And the castles of the World trade (dünya ticaretinin kaleleri)

Where the chains of poverty shine (sefaletin zincirlerinin parladığı)

With a face of malevolence and rapture (kötü niyet ve kendinden geçişin suretiyle)

One day you will turn to ash (bir gün küle döneceksin)

Hermitage Müzesi’nin görkemli kış sarayında, arkasından varaklı duvarların göz kırptığı beyaz panolarla kurulmuş sergiyi izlerken, toplumsal hafıza, kültür ve tarihsel bellek üzerine böylesine derin düşünmüş iki sanatçının bu tematik birlikteliğinden etkilenmemek elde değil. Medeniyetleri ölüme ve yok oluşa sürükleyen dini öğretileri, sembolik dışavurumuyla eleştiren Khlebnikov ve Kiefer’in yapıtlarında, mistisizm ve Kabala felsefesinden izler bulmak mümkün.

Sergi sonrasında müzeyi gezerken; siyah karesiyle karşıma çıkan Malevich’in öncülüğünü yaptığı kozmik dünya görüşü ya da varoluş biçimini ve tıpkı onun gibi yeni bir imgesel dil geliştiren Kiefer’in de astronomi, geometri ve matematik gibi bilimleri sanatına nasıl incelikle işlediğini bir kez daha düşünerek mekândan ayrıldım. Sıcak yaz günlerine doyurucu bir alternatif olarak St. Petersburg’taki sergiyi 3 Eylül’e kadar görebilirsiniz.

 


print