ANSELM KIEFER POMPİDOU’DA

2016’da önemli sanatçıların retrospektif sergilerini sıklıkla göreceğimizi daha evvel ki yazılarımda da belirtmiştim. 16 Aralık’ta Pompidou Müzesi Paris’te açılan Anselm Kiefer sergisi geçtiğimiz senelerde Kraliyet Sanat Akademisi Londra’da gördüğüm retrospektifinden çok daha geniş çaplıydı. Sergide, sanatçının 70’li yıllarda üretmiş olduğu fakat daha önce gün yüzüne çıkmamış eserlerine de yer verilmişti. 1945 doğumlu Alman sanatçı, savaş sonrası dönemde yaşanan yorgunluğu en iyi şekilde gösteren bir ustadır kanımca. Serginin küratörlüğünü üstlenen Jean Michel Bouhors da izleyicilerin bu sergide, savaş sonrasında yaşanan duygusal patlamaları bütünsel bir biçimde görebileceklerinin altını çiziyor. Anselm Kiefer’in çalışmaları, ülkesinin belleğine işleyen sorunlarla birlikte Yahudi kültürünü de işler. Bu sergide de zaman ve bellek gibi kavramlar ön plana çıkarılmıştı. Savaş sonrası tahribatı gösteren eserlerin yanı sıra kabala öğretisinden izler taşıyan çalışmalara da yer veriliyordu.

İğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalık olan sergide sanatçının 60’lı yıllardan günümüze dek ürettiği pek çok eseri sergileniyordu. Böylesi geniş çaplı bir sergi Paris’te ilk kez düzenleniyordu ve Parisli sanat izleyicileri için şüphesiz ki kaçırılmayacak bir fırsattı.

Sergide, en dikkat çekici işler; Kiefer’in bu sergiye özel olarak ürettiği cam vitrinler içerisinde sergilenen eserleriydi kanımca. Her birinin boyutu birbirinden farklı tam kırk adet cam vitrin içine; endüstri bölgelerinden toplanmış, paslı daktilolar, metaller, bitkiler, fotoğraflar, çocuk elbiseleri, film şeritleri gibi objeler yerleştirilmişti. Sanatçı bu eseriyle, nesnelerin fiziksel varlıklarının gizemine dikkat çekerken aynı zamanda objelerin ölümsüzlük niteliklerine de vurgu yapıyordu. Tıpkı bir simyacı gibi onlara tekrar hayat vermişti Kiefer. Bu cam kutuları izlerken aslında onları bir anlamda ansiklopedilere benzettim. Çünkü bu işler, yaşadığımız hayatın hiç bir zaman yok olamayacak gerçekliğini yansıtıyorlardı. Tahribat, yaşam, acı, sevinç, başlangıç, bitiş gibi olgular bu kutulara hapsolmuş öylece duruyorlardı sanki.18-a_Vitrine3a

Serginin bir diğer bölümüne geçtiğimde, 70’li yıllarda üretilmiş ama daha önce hiç sergilenmemiş tablolarla karşılaştım. Bence bu seri serginin en önemli üç parçasıydı. Kiefer’in ahşaptan yapılmış stüdyosunu gösteren işler, sanki birer tiyatro sahnesini andırıyordu. 1973 tarihli “Parsifal III” isimli resminin ortasında yer alan kanlı kılıç bir Alman savaş kahramanı olan Siegfried’a aitti. “Nibeleungen Destanı”nın en önemli karakteri olan Siegfried, genç yaşta maceralara atılmak için babasının şatosunu terk ederek yollara düşer. Kılıcı olmadan, elinde bir sopa ile köyleri, kentleri dolaşan bu kahramanın epik hikayesi Kiefer gibi aynı zamanda Vagner’in “Song of The Nibeleungs” operasında da ilham kaynağı olmuştur. Bu eserde Anselm Kiefer, Alman savaş kahramanlarının milli kültür oluşumundaki katkılarına  göndermede bulunurken onları tanrısal varlıklar olarak betimliyor.  Anıtsal büyüklükteki bu üç tablo din, tarih ve Alman efsanelerini işliyor olması açısından çok önemli eserlerdi.

Sanatçının yapıtlarında sıklıkla rastladığımız sembolik orman kompozisyonları bu serginin de geneline hakimdi. Çalışmaları ile ilgili bilgi içeren duvar yazılarından birinde Kiefer’in kendi ağzından çıkmış şu sözleri dikkatimi çekti. “İçinde tarihten bir iz yada herhangi bir işaret taşımayan hiçbir orman düşünemiyorum.”  Evrenin dört elementi olan ateş, hava, su ve toprağın hem yıkıcı hem de hayatı tekrar canlandırıcı niteliğini adeta en doğal ortam olan orman metaforu ile sunuyordu sanatçı. Sanatçının en beğendiğim eseri olan “The Orders Of The Night (Die Orden Der Nacht)”da sergide yer alan önemli parçalardandı. Bu tablodaki ay çiçekleri sanki güneşi takip edermişçesine gökyüzünün en parlak noktasına yönelmişken, Kiefer resmettiği bu tarlanın ortasında sırt üstü yatıyordu. Sanatçı kendisinin ve çiçeklerin dünyaya aidiyetlikleri ile ilahi yani tanrısal olana doğru olan hareketinden belli ki çok etkilenmişti. Aynı zamanda ayçiçekleri; doğum-ölüm-tekrar doğuş gibi kavramlara da göndermede bulunuyordu.

Kiefer hayatı boyunca şair olmayı istemiş ve bekli de bunun için pek çok sayıda heykel niteliğinde uniq kitaplar üretmiştir. Bu kitaplar üzerlerinde kelimeleri olmaksızın izleyenleri derin düşüncelere yönlendirmeye yeterlidirler. Dinsel öğretilerden yola çıkan sanatçının bir anlamda kainatı ve doğayı sorguladığı sembolik eserleridir bunlar. Dikkatlice izlenen bir görselliğin dokuları ve formu ile kelimeleri içermeden de kendi başına anlam taşıyacağını düşünür sanatçı. Bu kitapları bazen bir kadın heykelinin üzerinde bazen de cam bir vitrin içerisinde görmek mümkündü bu sergide. Aynı zamanda paleografi ve filoloji ile alakalı olan bu yapıtları ile sanatçı tarihe ve yok olmuş kültürlere dikkat çekiyordu.İlk zamanlarda sadece çizimlerini yaptığı bu eserlerini sanatçı, son senelerde farklı malzemeler kullanarak heykel formuna dönüştürmüştür.

Serginin sonuna doğru geldiğimde ise karamsar ve dramatik tablolar yerlerini son dönemlerde üretilmiş renkli tarla resimlerine bıraktı. İmpasto tekniği ile boyanmış devasa yapıtlar arasında dolaşırken kendimi adeta Van Gogh’un bir tarla resminde dolaşıyormuşum gibi hissettim. Ferahlık, sonsuz derinlik ve ölümsüzlük içeren bu çalışmalar adeta yeniden var olmanın dayanılmaz hafifliğini yansıtıyordu.

Sergide yer alan son yerleştirme ise İşviçreli yazar Madame de Stael’e adanmış bir eserdi. İmparator Napolyon’a karşı, gerçek bir cumhuriyet aşığı olan bu kadın 1808’de ki Almanya seyahati esnasında Gothe ve Shiller gibi önemli yazlardan etkilenir ve sonrasında Fransız romantizmini baz alan eserler üretir. Stael’e atıfta bulunan bu eserde daha evvel gördüğümüz karamsar ve yakılmış orman görüntüleri yerlerini büyük mantarlara, ışık dolu patikalara bırakmış ve adeta suni bir cennet yaratılmıştı. Orman bu kez efsane olmaktan çıkmış ve tekrar doğuşu simgeleyen mekan olarak kullanılmıştı. Sanatçı bu eseri ile bir anlamda romantizme saygıda bulunuyordu.  

Derin düşüncelerle ayrıldığım sergiden anladığım en iyi şey ise eski anıların aslında hiç yok olmadığıydı. Ayrıca Kiefer gibi Alman olmanın gururunu yaşayan bir sanatçının cesurca Nazi tarihi ile yüzleşebiliyor olması beni oldukça etkiledi.

 

 


print