Berlin Bienali

“Yaşadığımız dünyada sanatın politika içindeki yeri ve önemi nedir? Sanat ve politika birbiri ile örtüşen kavramlar mıdır?” gibi soruların tartışıldığı, küratörlüğünü Arthur Zmijewski, Joanna Warsza ve Voina Art’ın yaptığı 7. Berlin Bienali 27 Nisan’da açıldı.

Çağdaş sanat bienalleri arasında önemli bir yere sahip olan Berlin Bienali, batılı ve doğulu ülkelerin kültürlerinin, sanatlarının geniş kitlelere tanıtıldığı, kültürlerarası etkileşimi geliştirmesi açısından önemli bir bienal. Politik içerikli küreselleşmeye ve kapitalist düşünceye karşı söylemlerin dikkat çektiği bienalde, serbest piyasa ekonomisinin eleştirildiği platformlar da bulunuyor, milliyetçi duyguların yoğunluğu ise ilk bakışta hissedilebiliyor. Küratörlerin, İstanbul Bienali’nden alışık olduğumuz üzere, tarihi mekanlar seçerek sergi yapma eğilimi yerine bu bienal tek bir binada toplanmış. Bildiğimiz klasik bir sergi / bienal formunun dışında metinler ile desteklenmiş “sunumlu” bir bienal olması dikkat çekici.

Binanın merdivenlerini çıkarken duvarların üzerinde yazılmış siyasi içerikli metinler ilgimi çekiyor. Küreselleşmeye sol bakış açısı getiren bu yazılarda sanatçılar, küreselleşmenin gelişmekte olan ülkelerin egemenliğini ve insanların refahını etkilediğini vurguluyorlar. Demokrasinin yokluğuna ve insanların kendi başlarına karar verme mekanizmasnın zayıflığına dikkat çekiyorlar. Serbest pazar ekonomisinin uygunsuz olduğuna ve bu tür bir ekonomi anlayışının zararlarına gönderme yapıyorlar. Karşı duvarda ise başka bir sanatçı, küreselleşen dünyamızın sorunlarına vurgu yapan metinlerle günlük hayatın getirdiği tüketim kültürüne dikkat çekmek istemiş.

1976 doğumlu Burak Arıkan’ın, sanatçıların politik eğilimlerini gösteren haritası çok ilginçti. “Solcu, sağcı, feminist, anarşist, faşist, aktivist, green, non-partizan, post İdeoloji, liberal, demokrat” gibi ifadelerin bulunduğu haritada, bienale katılan sanatçıların politik eğilim ve düşüncelerine kelimelerle güçlü vurgulamalar yapılmış.

Kavramsal işlerin yoğun olduğu bu bienalde kimlik odaklı sanatsal işlerde ön plandaydı. Sanatı, kimlik politikalarının bir aracı haline getirmiş sanatçılar, toplumdaki “ırk, sınıf ve kültür” gibi kavramları içeren işler sergileyerek, kimlik ayrımcılığına yönelik ipucu veriyorlar izleyiciye. Örneğin; Filistinli sanatçı Khaled Jerrar’ın, gerçek pasaportlara yapıştırdığı  “sahte Filistin devleti pulları”, onun gerçek bir Filistin devleti özleminde ve gerçek kimlik arayışında olduğunun göstergesiydi, böylelikle sanatı da bir politik eyleme dönüştürme çabası kolaylıkla sezilebiliyordu.

Kanımca ırkçılığın toplumsal bir gerçek olarak yaşanmış olması, kimlik politikalarına yönelik sanatın da yaygınlaşmasına yol açmış. Bu anlamda Polonyalı sanatçı Łukasz Surowiec’in Auschwitz’in toplama kampından aldığı fidanlarla yaptığı “yerleştirmesi” çok etkileyiciydi. Yüzlerce küçük saksıya dikilen bu fidanlara tekrar hayat verilerek tarihin kendini tekrar etmiş olduğu duygusuna işaret edilmiş, böylelikle yüzyılın ayıbı olarak nitelenen ırkçı soykırım Almanların yüzüne bir tokat gibi vurulmak istenmiş. Şu bir gerçek ki insanoğlu bu insanlık suçunu hiçbir zaman unutmayacak.

Bienalin dışında Kiefer, Schanabel, Richard Longo, Gary Hill, Paul Graham, Anthony Mccall, Zaha Hadid gibi önemli sanatçıların sergilerini de görme fırsatını elde ettim. Avangard sanatçı Anthony Mccall’ın ışık projesi görsel bir şölendi. Karanlık bir odada projeksiyon ile yaratılan üç boyutlu şekiller sanki boşlukta dans ediyorlardı. Işık ve sis dumanının içine giren izleyicinin vücudu bu işler ile kesişiyor ve bu vücutlar değişik bir form alıyor. Sanki vücut hafifleyerek yukarıya çıkıyor ve ışık, heykelsi bir nitelik alıyor.

Diğer bir sergi Robert Longo’nun üç boyutlu karakalem işlerinin olduğu sergiydi. Sergi adeta Amerikan propagandasını yaparcasına Amerika’nın dünya üzerindeki güç ve otoritesini bize tekrar hatırlattı.

Hoffman koleksiyonunu gezerken William Kentridge’in videosu ilgimi çeken işlerden birisiydi. Güney Afrika’daki bozuk siyasal sistem olan “Irkçı Apartheid” politikasının doğurduğu pskilojik travmaya tanıklık eden sanatçı; zihinsel olayları, bastırılmış anıların geri dönüşünü, kabusları, kayıp acısı gibi olayları animasyon tekniği ile videosuna yansıtmış. Sanatçı, akış duygusu sürekli olan bu videoda kendi şahsi trajedisini toplum ile paylaşıyor. Diğer bir çalışma ise Anselm Kiefer’in Alman romantizmini işlediği, büyük ve iddialı resimlerin olduğu sergi. Sanatçı burada hem Almanların suçluluğuna hem de Alman idealizmine yapılan göndermeleri tasvir etmiş.

Dönüş yolunda Bienal için bazı tespitlerim oldu. Öncelikle sanat dünyasının coğrafyasının ciddi anlamda değişmiş, başka deyişle küreselleşmiş olduğunu gördüm. Siyasi arenada sanatın gücü tartışılamaz; çünkü sanat, gücünü insanlardan alarak besleniyor. Kanımca bieanellerin amacı küresel sermayeyi çekerek kültür turizmini canlandırmak. Dolayısıyla yeni bir ekonomi yaratmak, bu anlamda Almanlar sanatta da başarılı olduklarını kanıtladılar. Bienal kimliği ve düzenledikleri haftasonu “gallery weekend” turları ile dünyanın birçok yerinden gelen turistleri bu şehre çekmeyi başarmışlar. Bence bu bienal farklı kültürlerin sanatsal ifadelerinin geniş bir kesime ulaşmasında etkili olmuş.


print