CANAN ile SERGİYE DAİR

Öncelikle serginin isminden başlamak istiyorum; neden Kaf Dağı? Herkes için ulaşılmaz ve gerçeküstü olan bu dağın sergideki yeri nedir?

Mitolojik olarak içinde farklı varlıkların bulunduğu bir dağ bu; yecüc-mecücler, anka kuşları, cinler periler… Aslında bunların hepsi mitolojik semboller. Ursula Le Guin’in “Çocuk ve Gölge” masalında söylediği gibi masallar, mitolojiler ve rüyalar bizi sembollerle besliyorlar. Kolektif bilinçaltımızın bir şekilde hikayeleşmiş hali. Bize geçmişimiz hakkında mitolojik, masalsı hikayelerle aktarım yapıyorlar. Kaf Dağı’nı seçmemin sebebi aslında bu. Kaf Dağı hikayesinin içerisinde bir çok sembol ve mesaj var. Cinler, melekler vb ile anlatılan aslında bir yaşam tanımı. Nasıl algılarsanız o şekilde; cin size korkutucu geliyorsa Kaf Dağı korkutucu bir yerdir, Simurg ulaşılmaz geliyorsa, Kaf Dağı da ulaşılmazdır. Bu kavramlar bize hep ulaşılmaz bir şeymiş gibi geliyor ancak biz sembolik ve sezgisel olarak mesajlarını alıyoruz yalnızca bunları dile getiremiyoruz. Aynı müzik gibi. Nasıl ki bir müziği dinleriz bizi rahatsız eder, bir müziği dinleriz hoşumuza gider, ruhumuzu rahatlatır, bilinçaltımıza seslenir. Kaf Dağı da böyle… Tasavvuf inancında da insanın kâmil olmasını, kendisine ulaşmasını temsil eder. Bir çok öğretide ismi Kaf Dağı olmasa da her zaman bir dağa, zirveye, bir şeylere ulaşma duygusu var.

Bir çeşit olgunluk gibi yani…

Bu olgunluk insanlıktan soyutlanma anlamında değil de kendini bilme, fark etme denebilir. Ben neden mutlu oluyorum, bir kurtarıcı bekliyorum muyum yoksa kendimi kurtarabilir miyim, korkularım neler, neden hırslanıyorum, başarı ne anlama geliyor, sevgi ne anlama geliyor…Bu soruların ipuçları var aslında bu hikayelerde.

Sergiyi gezmeye başladığımızda 3 katmanla karşılaşıyoruz; Cennet, Araf, Cehennem. Bilindik olan,  cehennemin yerin 7 kat altında olmasıdır ancak burada direkt cennete giriyoruz ve yukarı çıktıkça cehenneme ilerliyoruz. Muazzam bir kurgu…Bu kavramların yer değişimini nasıl açıklarsın.

Aslında cennet ayağımızın üstünde, yaşadığımız yerde çünkü bize güzel, doğayla uyumlu bir yaşam ve aşk, sevgi ilişkileri vadediyor. Bu dünyada ulaşılması mümkün olmayan kavramlar değil. Her şey bizim bu kavramları algılayışımıza göre şekilleniyor. Sen hayatı kötü tarafından algılarsan, negatif bakarsan kendine cehennem ediyorsun. Araf ise İslam mitolojisinde günahların ve sevapların eşit olduğu bekleme süreci olarak tanımlanır. Bu bence kendinle, vicdanınla baş başa kalıp kendini etik olarak sorgularken yaşadığın süreç. Aynaya bakmak, yüzleşmek, nasıl bir yaşam geçiriyorum, hayatı nasıl algılıyorum gibi sorular sormak… Bu süreci de bir iyileşme süreci olarak görebiliriz. Pozitif bakmaya başladığımız, farklılıkları kabul ettiğimiz anda hayat bizim için cennet oluyor.

Örneğin sergideki Cennet işini ben şu şekilde okuyorum; o ışık, gölge oyunları arasında mutluluktan koşan, baskıdan kurtulmuş, hür olmuş bedenler… Biraz politik bir yanı da var bana göre.

Her şekilde okumanız mümkün, her türlü yoruma açık olduğunu düşünüyorum. Farklı cinsel yönelimde insanlar da var ve o iş her türden farklılığı temsil ediyor. Hepimiz farklı düşünüyoruz, dünyaya tek bir yönden bakmıyoruz, bunu bastırmamak, özgür bırakmak önemli. Toplumun, ailenin öğrettiği kalıplar bizim yargılayıcı, eleştirici ve tek taraflı olmamıza neden oluyor. Kendimize karşı da yargılayıcı davranıyoruz. Zihin ve ruh olarak özgür olmaya, açılmaya genişlemeye çok müsaitiz aslında fakat o yargılarla kendimizi sansürleyip kontrol altına aldığımızda kendi mutluluğumuzu ve dolayısıyla karşımıza vereceğimiz mutluluğu da engelliyoruz.

Serginin bölümleri arasındaki işler de inanılmaz kuvvetli; Kibele, Çeşme, Şahmeran… Kadın bedeni üzerinden iş yapan nadir sanatçılarımızdansın ve bu konuda çok cesur olduğunu düşünüyorum. Kendi bedenini kullanarak kadın olmayı da yüceltiyorsun diyebilir miyiz?

Aslında dişil enerjiyi diyebiliriz. Bütün bedenlerde, kadın-erkek bedeninde cinsel yönelime bakmaksızın hepimizde dişil enerji var. Beynimizin sol tarafı eril ve bilinci temsil edermiş, sağ tarafı ise dişil ve bilinçaltını temsil edermiş. Bu konularda dengesizlik olduğunda hem bireysel hem de toplumsal olarak sıkıntı yaşıyoruz. Amok diye bir kavram var ve bu kavramda eril enerjinin çok yüksek olduğu zamanlarda savaşın, şiddetin arttığı kabul ediliyor. Serginin kurgusunda o enerjiyi biraz tamamlaması açısından Çeşme’yi oraya koydum. Bütün katları dişil enerjiyi temsil eden kadın mitolojik kahramanlarla korumaya açtım. Çünkü eğer bu kadar şiddet ve savaş yaşıyorsak bir dişil enerji eksiliği var demektir.

“Çeşme”de kadını bir anlamda nesneleştirilmiş olarak da betimliyorsun, değil mi?

Evet, aslında “Çeşme”de sanat tarihine de bir gönderme yapıyorum. Duchamp’a ve Bruce Nauman’a gönderme taşıyor. İki sanatçı da beden sıvıları üzerinden bir söz söylüyor. Ben de dişil bir beden sıvısını ele alarak sözümü söylemeyi tercih ettim.

Araf bölümünde ise “Dışarıda Çok Kötülük Var” işini görüyoruz. O odadan bahsetmek istiyorum, çok kuvvetli bir iş.

Akıl hastanesi odası şeklinde tasarlanan, klostrofobik bir yer orası. Duvarlarda hep aşk, sevgi, erotizm, özlemlerimiz ve arzularımızın yer aldığı bu yer aslında herkese ait bir durumu yansıtıyor. Hepsi bir arada yazıldığı zaman patolojik bir hissiyat yaratıyor ancak oraya giren herkes çok duygulanıyor.

Hepimiz kendimizden bir şey buluyoruz.

Çünkü hepimizin içinde yaşanmamış özlemlerimiz ve arzularımız var. Kaf Dağı’ndan yola çıkarsak; orada bir sürü yolculuk var; hırslarımız, başarılarımız, kıskançlıklarımız… Tüm duyguların asıl sebebi onaylanma ihtiyacımız. Çünkü sevilmek istiyoruz, sevilmek istememizin sebebi ise önce kendimizi nasıl seveceğimizi bilmediğimizde yatıyor. Böyle bir sevgi bize öğretilmemiş. Tam tersi şekilde başkaları bizi severse biz kendimizi sevebiliyoruz ve iyi, güzel, başarılı, tamlanmış hissediyoruz. Oysa kendimizle halleştiğimizde, kendimizi sevdiğimizde herkese o duygumuzu yansıtıp paylaşabileceğiz. O odada hep bir sevgi özlemi var ama nefreti barındırmıyor. Eğer gerçekten kendimizi sevmeyi başlarsak herkese karşı o duyguyu besleyeceğiz. Bu da ancak birbirimizin acılarını anlayarak, nerede durduğumuza bakmaksızın farklılıklarımızı yargılamadan acılarımızın farkına vardığımızda gerçekleşebilir. Birer adım yaklaşınca çatışma çözülmeye başlayacak.

Aslında şu an hepimizin ihtiyacı olan şey; birbirimizi anlamak, empati yapmak, ötekileştirmemek. En üst katta ise karanlık bir odada bizi korkularımızla yüzleştiriyorsun. Bir anda açılan ışıkla da az önceki korkuların hepsini unutuyoruz. Bu kurguyu nereden ilhamla tasarladın?

Aslında bu çocukluk korkularıyla alakalı bir durum. Çocuklukta genelde şeytanlardan, masalsı mitolojik öğelerden korkarız. Yersizdir ama vardır o korku ve kolektif bilinçaltı aracılığıyla toplumsal olarak bize aktarılmıştır. Dışarıda bir yaprağın gölgesini görürüz, ışığı birisi açıncaya kadar ya da biz cesaret edip de yataktan kalkıp ışığı açıncaya kadar o korkularımız devam eder. Önemli olan o düğmeye basmak, bastığımız anda o korkunun ne kadar anlamsız olduğunu görürüz. Bir kere gördükten sonra o ışığı kapatsak dahi, artık o görüntü bize korkutucu gelse bile onun bir yaprak olduğunun farkındayızdır. Bir yandan da günlük hayattaki korkularımız var. İnsanlarla ilişki kurarken, hayatla mücadele ederken vb. Bunlarla teker teker yüzleşmek için öncelikli olarak en dipteki korkuyla yüzleşmek lazım.

Serginin genel teması içerisinde senin iç dünyandan yansıyanları da rahatlıkla görebiliyoruz. Bu işte olduğu gibi.

Bir yandan öyle ama aslında hepimizin bilinçaltını yansıtıyor. Bana ait olan her şey aslında hepimize ait. Dolayısıyla bence serginin bu kadar ilgi görmesinin sebebi de o. Ben burada bana ait, çok özel görünen bir şeyler sunsam da çok samimi bir şekilde yaptığım için herkes kendini buluyor. Sergiye gelenlere baktığımda sadece entelektüel çevreden değil, her kesimden, yaştan insanın geldiğini, ilgisini çektiğini görüyorum.

Senin pratiğini Feminist sanat olarak adlandırabiliriz değil mi? Bu bağlamda bir de aktivist tarafından bahsedelim. Yıllar önce MAC Art Galeri’deki Adnan Çoker sergisi açılışına, sanatçının “şapka giyin” çağrısına karşılık Neriman Polat ve İnci Furni ile birlikte türban giyerek gelmeniz bizim için unutulmaz bir anı mesela. 

Eskiden aktivizmi atölyemden çıkıp sokakta aktivizm yapmak sonra atölyeme gelip sanat yapmak olarak görürdüm. Şimdi ise ikisinin bir olduğunu düşünüyorum. Sanat yaparken de insan bir söz söylüyor. Sokakta insanlarla konuştuğumda da bir şeyler ifade ettiğim için sanatsal yanımı da ifade ettiğimi düşünüyorum. Dolayısıyla ikisini birbirinden ayırmıyorum.

Peki bundan sonra başka sergiler projeler var mı?

Grup sergileri devam ediyor. En son kişisel sergim zaten 2016 başında Rampa’daydı, üzerine bu sergi geldi. Sergi açmak için biraz biriktirmek gerekiyor.

Rampa’daki heykelin de oldukça başarılıydı, sanırım ilk deneyimindi.

Mesela şeffaf karakola da heykel diyorum ben. Onu da 1998’de yaptım ama “Aynalı Kadın” daha klasik heykel formunda. 3 boyutlu tarayıcı ile yüzümün, vücudumun, ellerimin kalıbı alınıp döküldü.  O da aslında bir araf sürecini anlatıyor; aynaya bakmak, hesaplaşmak, sorgulamak. Aynaya baktığımızda fiziksel olanın ötesinde gerçekten iç dünyamızı, duygularımızı görüyor muyuz? Bazen insan kendi zihnindekilerle meşgulken bunların farkına varamıyor. Zahiri olarak kendimizi karşımıza koyup bir düşünmemiz lazım. Çünkü günlük hayatta kendimizi çok hırpalıyoruz. Her yaptığımız hareketi eleştiren, zihnimizin bir kenarında sürekli vır vır vır öten, yargılayan bir ses var. Onu susturmak için karşımıza alıp sorgulamalıyız. Bilinçaltı böyle işliyor. Ben bu işle onu yapmaya çalıştım. Sanatçının konforlu tarafı bu. Siz farkına varmadan o sorgulamayı başlatıyorsunuz. Başlangıçta başka bir şey söylerken aradan zaman geçince fark ediyorum ki aslında bu süreci başlatmışım. İçimdeki ses diyor ki; karşına bir ayna koy, bir hesaplaş ve gör kendini, içindeki huzursuzluktan bir kurtul. Ben o işle bu süreci başlattım ve çok rahatladım.

Bu toplumda kadın sanatçı olmanın zorlukları çok fazla bana göre, sen ne dersin?

Açıkçası eskiden öyle düşünüyordum şimdi öyle düşünmüyorum. Özellikle bu sergide bir nevi rahatladım diyebilirim. Arter gibi İstiklal Caddesi’nin hemen üzerinde, her türlü insana kapısı açık bir yerde yapmak benim izleyiciyle ilgili önyargılarımı da kırdı. Kalıpları da sınırları da biz kafamızda yaratıyoruz. Dışına çıkmadığımız için karşıdan gelecek olanı da engelliyoruz. Daha önce herkesi kapsayan bir yerde, sokakta yürüyen insanların rahat girebileceği bir yerde sergi yapmamıştım. Bizim kültürümüzde sanat mekânlarına girmek biraz ürkütücü geliyor insanlara. Oysa burada Arter’in bir süredir burada olması, insanların içeri daha rahat girmelerini sağlıyor. Bir de vitrindeki hayvanlar herkesin dikkatini çekiyor. Turlar, sohbetler vesilesiyle burada bulunduğumda insanların ne kadar ilgiyle dinlediklerini ve direkt algıladıklarını fark ettim. Benim önyargılarım da kırılıyor ve artık bu ülkede bu tür işleri yapmanın o kadar da zor olmadığını fark ediyorum.

Genç sanatçılara tavsiyelerin ne olur?

Asla yapmaktan vazgeçmesinler. Ben okul dönemimden hatırlıyorum. Bölümümdeki 40 kişi arasından ancak 2 kişi üretmeye devam edebildik. Ekonomik anlamda sanatçıların hayatlarını devam ettirmeleri zor çünkü beklentisiz üretmeleri gerekiyor. Üretimi ticari bir kaynak olarak görmek başlangıçta sıkıntı yaratıyor ve bu durum onları markete yönelik sanat yapmaya itiyor. Bu da kendi samimiyetlerinden ödün vermelerini gerektiriyor.

Yapıtlarına başkalarının gözüyle bakmamaları da çok önemli. Beğenen göz hep aynı şeyi görmek ister. “Sanat bilicileri” diyeyim; onların beklentileri doğrultusunda üretmeye devam ederlerse kendi içlerinden geleni baskılayıp tornadan çıkmış gibi sanat yapıtları ortaya koyuyorlar. Bir sanatçının da yapabileceği en iyi şey kendi hayatını, ifadesini, duygularını dışa vurmak. Bundan asla vazgeçmesinler, ısrarcı olsunlar, kendilerini fark etsinler. Örneğin ben minyatürle uğraşmaya başladığımda muhafazakar bir üretim biçimi olduğunu düşündükleri için etrafımdan arkeolojik kazıdan başka ne yapabilirsin ki, ev kadınları gibi minyatür mü yapacaksın gibi tepkiler aldım. Ben bir yöne doğru kayıyorum ama çevremdekilerin önyargıları benim kafamda da oturmaya başladı. Bir yandan kendimden şüphe ediyor diğer yandan içimden geleni engelleyemiyordum. Dolayısıyla bir çekişme yaşadım ama ısrar ettim ve sonrasında bu işler ortaya çıktı, rahatladım. Fark ettim ki; benim kolektif hafızamı dolduran o korkular, ifritler, şeytanlar, bu coğrafyaya ait olan masallarda ve mitolojilerde var. Minyatürleri açtığımda kafamdaki imgelerin oraya tekabül ettiğini gördüm. O yola girmesem kafamdaki korkulardan, kaygılardan, endişelerden kurtulmam gerektiğini de anlayamayacaktım. Bir kere o kolektif hafıza ile yüzleşmek lazım. Bu ülkede bizden önce üretilen sanat yapıtlarını yok edip görmezden geldiğimiz anda kolektif hafızamızla olan bağımızı kopartmış oluyoruz. Bu toplumun inşasında, ne muhafazakarlaştırma ne de modernleşme süreci kendi doğallığında yaşandığı için bu konuda sıkıntı çekiyoruz. Sanat yapıtı en büyük görsel tarihi kaynak. Görsel tarihi tamamlamamız lazım ki geçmişimizi anlayalım.

Tarihi kaynak deyince biraz eskiye gidersek “Şeffaf Karakol”dan da bahsetmek isterim.

1998’de Süleyman Demirel’in “Bütün karakolları şeffaflaştıracağız” diye bir seçim vaadi vardı. O zaman da karakollarda şiddet vardı ve Manisa’daki liseli gençler parasız yatılı eğitim istedikleri için gözaltına alınıp ağır işkencelerden geçmişlerdi. Ben bu işi onlara ithafen yapmıştım ama yıllar geçtikten sonra  şunu fark ediyorum. Bu sergiye koymamın asıl sebebi de kendim için anlam taşıyan şu anki okuması. Jung’un bahsettiği gölge arketipe göre; gölge tarafımız bütün bastırılmış duygularımızı, öfkemizi, nefretimizi taşıyan en hayvani, karanlık tarafımız. Bu işte de benliğimin içindeki sürekli çatışma halini görüyorum. Şeffaf duvarlar da aile, inanç kalıpları, devlet, kanunlar vb sınırları temsil ediyor. Aslında bütün sansürü biz kendimize uyguluyoruz, o sınırların dışına çıkmamız gerektiğine dikkat çekiyorum.

Diğer yandan bir feminist olarak eril enerjiye de negatif yönden bakıyordum ve yargılıyordum. Ancak artık iki taraftan da eşit bakabiliyorum. Bu sergiyle daha “queer” oldum diyebilirim. Bir anlamda kendi enerjimi ve toplumsal bakış açımı da dengelediğimi düşünüyorum. Sanat yoluyla yavaş yavaş önyargılarımı kırıyorum. Kendimi tanırken toplumu da tanımaya başlıyorum. Sergiyi açana kadar hem özel hayatımda hem toplumsal hayatımda belli bir süreçten geçtim. Açtıktan sonra bitti ve kurtuldum diyemem. İzleyicilerle bir araya geldikçe benim kafamda da yeni kapılar açılıyor. Fark etmediğim bir şeyleri keşfediyorum. Sergi devam ettikçe o dönüşüm de devam ediyor.

Bizim için de öyle; iyi ki sanat ve sanatçılar var bu zor dönemleri sizler olmadan atlatmak mümkün değil. Hayatın içerisinde bir nefes alma alanı gibi; çok teşekkürler Canan.  


print