GURURLU BİR DİRENİŞ ÖYKÜSÜ

Haziran ayını özel kılan, her şeye rağmen tüm dünyada coşkuyla, gururla kutlanan “Pride Week” vesilesiyle, bu mühim günlere adanmış bir sergiden bahsetmek istiyorum. Geçen haftaki Londra ziyaretimde izleme fırsatı bulduğum, Tate Britain’da açılan “Queer British Art” sergisi son zamanlarda gördüğüm en farklı seçkilerden biriydi.

Sanat tarihinde, LGBTI bireylerin görünürlüğüne dair ilk açık anlatımların belirdiği 1861 ile toplumsal düzlemdeki mücadelelerinin pik noktaya ulaştığı 1967 yılları arasına odaklanan sergi, İngiliz sanatçıların gözünden dokunaklı bir varoluş öyküsüne yer veriyor. Kanıksanmış bakış açısı ve önyargılar karşısında kendilerini ne yollarla ifade ettiklerine, nasıl dönüşümlerden geçtiklerine dair fikir veren çalışmalar, politik, felsefi, erotik, psikolojik her türlü yorumu mümkün kılıyor. Resimden çizime, fotoğraftan filme geniş bir yelpazede konumlanmış eserlerin derinliği ve içtenliği karşısında çok etkilendiğimi söylemeliyim. Oldukça karmaşık bir geçmişe sahip olan Queer terimi, eşcinselliğin ölümle cezalandırıldığı 19. yüzyıl Avrupası’ndan bugüne büyük bir mücadelenin öznesi oldu. Tate Britain, tam da bu yüzden sergiyi kurgularken Derek Jarman’ın “queer kelimesi benim için özgürlüğü ifade ediyor” sözünden ilham aldığını belirtiyor. Öyle ki müze, sergi için daha yumuşak anlamlar içeren, farklı başlıkları değerlendirmek yerine cinsel kimliğe dair çeşitliliği vurgulayan bu terimi seçmiş.

Serginin başlangıcındaki salona girdiğimde beni adeta bir “old masters” sergisinde gibi hissettiren şey, neo-klasik ve romantik üsluptaki resimlerin yarattığı mistik ve ilahi atmosfer oldu. Her bir eseri detaylı incelemeye başladığımda Sodom&Gomora’dan ilk Yunan kadın şair Sappho’nun lezbiyen ilişkilerine dair yaşadıklarına dek tarihte cinsel ayrımcılık üzerine anlatılmış pek çok öyküyle karşılaştım. Yapıtlarda öne çıkan Grek estetiği, bir yandan idealize edilmiş bir bedeni tasvir ederken diğer yandan bu bedenlere hapsolmuş kimlikleri yüceltme eğilimi taşıyor. Pre-Raphaelite’nin en görkemli örneklerini bir araya getiren bu bölümde, Queer kimliğin, mitolojik, felsefi, edebi ve dini her tür kaynakta kendisine yer bulduğunu görüyoruz.

Burada beni en çok etkileyen eserlerden biri, Simeon Solomon’un “The Bride, Bridegroom and Sad Love” isimli çizimiydi. Geline sarılan damadın, bir yandan gizlice arkasında Eros gibi betimlenmiş sadıcının/aşığının elini tutması, kutsal evlilik müessesi fikrini ve Hristiyanlığa dair kalıplaşmış değerleri sorgulatması bakımından çok şey anlatıyor. Bastırılmış duyguların, toplumsal cinsiyet rollerinin bireye yüklediği ağırlık hissinin, bu denli zarif bir dille anlatılışı beni büyüledi.

Salonda ilgimi çeken diğer bir çalışma, ilk bakışta Botticelli’nin ikonik yapıtı “The Birth of Venus”ü andıran, Walter Crane’in “The Renaissance of Venus” resmi, hermafrodit bir figürün, doğaüstü güzellikte bir arzu nesnesi olarak resmedildiği, anatomik açıdan çekiciliğiyle tanrısallaştırıldığı masalsı bir dünyaya götürüyor bizi. Hazza adanmış bir senaryo ve kuvvetli bir estetik anlayışın ürünü olarak dikkat çeken “The Bowlers” eseri ise William Blake Richmond’ın, maskülen görünen ancak homoseksüelitenin detaylara gizlendiği simgesel dilini bize tanıtıyor. Dönemin koşullarında açık bir dışavurumdan imtina edilmesi sebebiyle bu tür mecazi içerikli yöntemlere başvuran sanatçıların, yine de kışkırtıcı anatomik tasvirlerinden ödün vermemesini ilginç bulduğumu söyleyebilirim. 

Bloomsbury Grubu’ndan modernizme, sürrealizmden Pop-art’a kadar uzanan geniş kapsamlı sergide, İngiliz tarihinin iki değerli figürüne de yer verilmesi çok mühim bir detay. Salonun duvarında sergilenen Oscar Wilde’ın portresi ve yazarın kaldığı hapishanenin kapısı, ardında hüzün dolu bir aşk hikayesi ve kendini kabullenme savaşı barındırıyor. Wilde’ın 3 ay boyunca kaldığı hücreden, sevgilisi Lord Alfred’e yazdığı ancak ölümünden sonra yayınlanabilen mektuplarında, toplumsal normların dışına çıktığı için kendisini suçladığı ve cezalandırılmayı hak eden bir günaha ortaklık ettiğini belirten yazarın, içinden geçtiği korkunç dönem ve ruhsal karmaşayı görmek mümkün. Sergiyi dolaşırken tam da bu noktada, Wilde’ın “Yaşam sanatı taklit eder, yaşam aynadır, sanat gerçektir.” sözünü anımsadım ve aslında toplum ve insanlık adına yaşanan ne varsa bu eserlerin tüm çıplaklığıyla bunu gösterdiğini fark ettim. Cecil Beaton’ın fotoğrafları da seçkide kendisine yer bulan değerli işlerdendi. Biseksüel kimliğiyle tanınan sanatçının, içinde bulunduğu yüksek sosyeteden figürleri fotoğrafladığı o anlar, ait olduğu zümredeki ilişkileri, sahip oldukları özgür dışavurum hakkını ve tiyatro kostümleriyle süslenmiş kaçınılmaz trans eğilimleri konu ediniyor.

Yetkin Puantilist tekniğiyle neredeyse bir Seurat resmiyle yarışacak denli güzel olan “Bathers by the Pond” eseri ise Duncan Grant’in nü erkek bedenleriyle yarattığı hem maskülen hem erotik sahneyi gözler önüne seriyor.

Serginin bana göre baş yapıt değerindeki çalışması, ünlü İngiliz ressam Gluck’un oto-portresi. Evli bir kadınla olan ilişkisiyle adından söz ettiren Gluck, korkusuz, isyankâr ve meydan okuyan bakışlarını izleyicinin gözlerine dikerek adeta Queer direnişin sembolü olmaya niyetleniyor. Geçen asırdan günümüze gelmiş bu esere bakarken, 21. yüzyılda olmamıza rağmen devam eden bu varoluş savaşının, Gluck gibi kararlı ruhlarla kazanılabileceği gerçeğini tekrar anladım.

Serginin son bölümünde 1950 sonrasına geldiğimde, Francis Bacon ve David Hockney gibi Queer Art’ın en korkusuz örneklerine imza atmış iki efsanevi isimle karşılaşmak beni sevindirdi. Bacon’ın “Figures in a Landscape” resminde kendi cinsel eğilimlerinin sertliğine dair ipuçlarını keşfedip Hockney’nin kimliğini, muzip ve cesur bir şekilde sergileyişine tanık olmak eşsiz bir deneyimdi.

Tate Britain, muhteşem bir prodüksiyona imza atarak geçmişten bugüne LGBTI kimliğinin görünürlük kazanma çabasına destek oldu. Son olarak, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de “Pride Week”in gurur ve coşkuyla kutlanabilen bir hafta olmasını diliyorum.

 


print