HAYV KAHRAMAN İLE SÖYLEŞİ

Los Angeles’ta yaşamını sürdüren, 1981 Irak doğumlu Hayv Kahraman, savaş sebebiyle yüz yüze kaldığı mülteci kimliğiyle çocuk yaşlarda tanışmış bir kadın sanatçı. Yurdunu terk etmenin ve yabancı bir ülkede varolmaya çalışmanın getirdiği tüm zorlukları üstelik de kadın olarak fazlasıyla deneyimleyen Kahraman, eserlerinde bu mücadelenin öyküsünü anlatıyor. Sembolik ifade dilini, minimal kaligrafik öğeler, antik uygarlıklardan miras aldığı çizgisiyle birleştiren sanatçı, dekoratif görünen ancak kavramsal derinliğiyle büyüleyen özgün eserlere imza atıyor. Hayv Kahraman ile göçmenlik, kadınlık, resimlerinde kapısını açtığı kültürel zenginlik üzerine konuştuk.

Resim yapmaya oldukça genç yaşta başladığınızı biliyoruz. Sizi resme yönelten motivasyon kaynaklarınızdan bahsedecek olursak; Irak’taki savaştan kaçarak ailenizle İsveç’e taşınmanız ve sonrasında bir göçmen olarak yaşadığınız zorlukların sanat pratiğinizin gelişimindeki yeri nedir?

İsveç’e bir mülteci olarak ilk geldiğimde benim için çok net bir öncesi/sonrası resmi vardı. Ancak zaman geçtikçe bu ikilikler kaybolmaya başladı ve şimdi ve geleceğin iç içe geçtiği bir mazi oluştu. Savaş yüzünden köklerinizden ayrıldığınızda, hatıralar kişinin kendisini yeniden oluşturması için bir çeşit can kurtaran haline geliyor. Birilerinin yaşam öykülerinin bir şekilde yeniden inşası söz konusu. Yasadışı bir mülteci olarak İsveç’e ilk ayak bastığım an benim hayat hikâyemde bir kırılma gerçekleşti ve her gün bunun sonuçlarıyla baş ettim. Yabancı bir ülkedeydim ve hayatta kalmak için bildiğim tek yol geçmiş anılarımı ve hayat tecrübelerimi silmekti. Bu, uyum sağlayabilmek adına ötekiliğimi halının altına süpürmek için alınmış bilinçli bir karardı. Bir asimilasyon sürecine maruz kaldım. Sosyal, linguistik, estetik vb her açıdan bir İsveçli haline gelmeyi misyon edindim.  Kendimi “beyaz” olduğuma inandırma noktasına gelene kadar da bunu yaptım. Daha sonra “İsveçliliğime” karşı isyan ettiğim, bölgeye ve milliyetime dair anılarımı yeniden kazanmaya çalışarak aslında Irak’ta doğan bir Iraklı olduğum gerçeğini savunduğum bir döneminden geçtim. Bu Avrupa’daki Arap mülteciler arasında nispeten yaygın bir durum. Örneğin; Avrupa’ya göç etmeden evvel hicap giymeyen bir Müslüman genç kız, gittiği ülkeye vardığı zaman geri kazanımın bir formu olarak hicap giymeyi tercih ediyor. Büyüdükçe ulusçu anılara dair bu türden görüşleri sorgulamaya başladım. Neden o yerden geldiğini söylemek bu denli önemliydi? Bu düşüncelere geri dönüp baktığımda, söz konusu tavrın, bastırmayı bilfiil seçtiğim şeylere tutunmanın farklı bir yolu olduğunu görüyorum. Bu da yeniden, göçmen bilincindeki ait olma, unutma ve hatırlama problemlerine ve travma fikrine gidiyor. Benim için durum, kolektif olarak bu milliyetçi konsepti geri kazanmakla ilgili değil; daha ziyade bu anıları kaydetmek ve onları dışarı çıkarmakla ilgili ve bunu yapmak için en iyi bildiğim yol resim.

Şu an içinde bulunduğumuz küresel savaş ortamına baktığımızda benzer trajedilerin daha şiddetli ve yoğunlukla yaşandığını görüyoruz. Kuşkusuz sanat çevrelerinde de göç, yurtsuzluk, göçmen kimliği sorunlarına duyarsız kalınmıyor. Sizin düşünceleriniz nedir; bu konulara eğilen eserler/sergiler ve göçmen sanatçılar hakkında?

Diğer sanatçılar adına konuşamam ancak bir göçmen olarak benim gerçekliğimle, biyografimle bu denli  ilgili bir konuya değinmek benim açımdan bir gereklilik. Diasporaya ilişkin meselelerle baş eden onlarca sanatçı var ve bu günümüzde olup bitenlerin doğal bir yansıması.

Savaş mağduriyetini en derinden yaşayanların kadınlar olduğunu söyleyebiliriz. Siz eserlerinizde kadın figürüne özellikle dikkat çekiyorsunuz. Bunu dönemden ve güncel olaylardan bağımsız, toplumsal düzlemdeki genel bir varoluş mücadelesiyle bağdaştırabilir miyiz?

Bu soruya nasıl yanıt vereceğimden pek emin değilim. Çünkü figürlerime mutlak olarak belirli bir mekân ve zaman atfetmiyorum. Onları daha ziyade spesifik olmayan bir biçimde görüyorum; yani sadece belirli bir gruba değil daha geniş bir kolektife aitler. Cismani olan benim açımdan daha kuvvetli olsa da işlerimi algılamak için pek çok giriş yolu mevcut. Resimlerdeki kadın bedenleri, bazıları somut ve etraflıca araştırılmış bazıları ise bilhassa göçmen yaşamlarıyla bağlantılı uçucu anılardan oluşan düşüncelerin çeşitli temsillerinin muhafazaları niteliğinde. Eserlerimdeki önemli bir nokta da bu bedenlerin alt yapısal olarak benim kendi bedenimden modellenmiş olmaları. Benim bedenim, benim hikâyem, anılarım ve karşılaşmalarım, kültürel bağlama oturmuş bir ifadeye dönüşüyor ve en önemlisi bunun daha geniş bir kolektife ait olduğunu hissedebiliyorum.

Çalışmalarınızın referansları arasında Yunan ikonografisinden Pers minyatürlerine, Japon kaligrafisine kadar zengin kültürel temelleri sayabiliriz. Bu biçimsel esinlenmeleri hangi tematik zeminler üzerine kurguluyorsunuz?

İşlerimdeki biçimsel öğeler birden çok şekilde aradan sıyrılıyor. Örneğin Rönesans estetiğini idealize ederek İtalya’da 4 yıl geçirdim. Bütün müzeleri gezdim, eski ustaların resimleri üzerine çalıştım, sfumato, kontro-posto, ışık-gölge vb. teknikleri inceledim ve bu öğelerin hepsine işlerimde yer verdim. Burası kadın olarak “O”nun doğduğu yer. O gelişmeye başladıkça ben de postkolonyalizm ve dekolonizasyon hakkında metinler okumaya başladım ve sonra aydınlatıcı bir şey oldu. Fark ettim ki O, kolonize edilmiş bedenin bir izdüşümü; asimile edilmiş bir beden, Beyaz Avrupalı sanat tarihinin en yüksek ideal olduğuna inanması öğretilmiş birisi. Kökeni, “öteki”ne dair her şeye baskın çıkan Batı-merkezci perspektiften geliyor. Ben onu beyaz, donuk bir ten olarak resmettiğimde ve o, yüzeyde çeşitli hareketler sergilediğinde, bedeni sorgulama ve araştırma için bir araç haline geliyor. Minyatür resimler ve geometrik desenler benim için kendi kültürümle yakınlık kurmanın bir yolu. Eserlerimdeki renk skalasında ilham aldığım yer de burası. Figür kompozisyonunun, desenlerin soyut çokyüzlülüğü ile sarmalanmış olmasından dolayı Japon ahşap baskıları da çok dikkatimi çekiyor. Bana içinde büyüdüğüm İslami mozaikleri anımsatıyor.

Eserlerinizde farklı teknik ve materyaller dikkat çekiyor. Bir seri ya da işi çalışırken teknik ya da materyal konusundaki seçiminizi şekillendiren nedir? Kavramsal bir alt metni var mı?

Ben sanat dünyasına kazara girdim. İşlerim, tüm araştırmalardan bağımsız olarak; bir savaş mültecisi, bir kadın ve anne olarak yaşam öykümün ham bir yansıması. Her şey, benim hayatta kalmak ve direnmek için bir çıkış yoluna, devamlı yüz yüze kaldığım erozyona karşı tutunduğum bir yüzeye ihtiyaç duymamla başladı. Başlangıçta kağıt, tüm bu konsepti kayıt altına almak için kolay bir malzemeydi ve o noktada çalışmalarım, alenen şiddet içeriyordu. Kağıttan ketene geçişim ise Rönesans estetiği ile uğraştıktan sonra oldukça doğal bir şekilde gerçekleşti ve böylece keten, bağımsızlaştırdığım bir materyal haline geldi. Sonrasında ahşapla tanıştım ve belki de bu Orta Doğu estetiğine daha yakın olmak için bir çabaydı. Teknik olarak da ilginçti çünkü sahip olduğu doku sebebiyle figürlerle sentezlerken düşünmem gerekiyordu. Arka plan figürlerin tenleriyle birleştiği için bedenlerin yarı saydamlığa büründüğü nokta da burası oldu.

Daha önce İstanbul Modern Müzesi’ndeki “Komşular” sergisine katılmıştınız. Bu yıl da İstanbul Bienali, komşuluk temasını işliyor. Coğrafyanın ve geleneğin günümüz görsel kültürüne olan etkisini bir sanatçının üretimi bakımından nasıl yorumlarsınız? Yerellik ve evrensellik konusu çağdaş sanatta belirleyici bir ölçüt mü?

Mülteci akını ve dünyanın giderek daha da küçülmesini göz önüne alınca; yaşamlarımızı, sabit bölgeciliğin kuralları içinde değil eyleme geçme kuralları içerisinde ele almanın her şeyden daha önemli olduğunu hissediyorum. Hepimizin bir yol kılavuzu var ve benim için bu; figürlerin devinim, oluş ve mekânlar arasında varolma fikrini ima eden bir saydamlık üstlendiği yer olarak resimlerimde görünür hale geliyor.

Amerika’da yaşayan bir sanatçı olarak Türkiye’deki sanat piyasasını nasıl değerlendirirsiniz? Orta Doğu’nun hem sanat üretimi hem de tüketimi açısından verimli bir kaynak olduğunu söyleyebilir miyiz? Türkiye dışarıdan bir göze göre bunun neresinde?

Sanat piyasası, her zaman sanatsal üretimi yansıtmayabilir. Türkiye’deki sanat çevresine dair yalnızca olumlu tecrübelerim bağlamında konuşabilirim. Potansiyel dolu bir ortam olduğunu görüyorum. İnsanlar baskın tutuma karşı sanatla direnebilmek adına aksiyon alıyorlar. Elbette çekişmeli ve çelişkili zamanlar oluyor ancak en azından bir eylem var ve bu da değişim için itici bir güç.

 


print