KADININ SANATTA VAR OLMA ÇABASI

Feminist sanatçılar ve sanat tarihçileri 1960 ve 70’li yıllarda Amerika’da feminist sanat hareketini başlattılar. Bu akım hem sanat dünyasında hem de sanat tarihinde kadının yerini alması ve rolünü belirlemesi açısından önemliydi. Sözünü ettiğim kadın hareketinin sanatta şekil aldığı ve belirginleştiği 60’lar, feminist ayaklanmalar ile kurumsallaşmış sanat dünyası arasında fikir ayrılıklarının sıkça yaşandığı senelerdi. Öyle ki; kadınların sanat dünyasına katılımlarının nasıl, hatta ne ölçüde olacağı hakkında birbirinden çok farklı görüşler ve kabuller vardı. “Feminizm” terimine itirazlar olsa da sanatçılar, “kişilik politikaları” adı altında farklı bir platformda sanat çalışmalarına devam ediyorlardı.

Germaine Greer ve Linda Nochlin gibi önemli Amerikan sanat tarihçileri, feminizm üzerine yazdıkları makaleleri ile sanatseverleri ve insanları bu konularda aydınlatmak için uğraş verdiler. 1970 ve 80’lerde de sanat okullarından mezun olan birçok genç sanatçı, sanat dünyasının sosyo-politik denemelerinin yer aldığı bir ortamda çeşitli çalışmalar ürettiler. 1980’lerin başında, AIDS epideminin ortaya çıkması, dünyada plastik sanatlar alanında hareketlenmeye yol açtı. AIDS’e karşı eylemlere odaklanan sanatçılar, feminizm ile birlikte, daha geniş sosyal bir seferberlik için ortak bir platform oluşturdular. Amerika, bu Anti-AIDS hareketi sanatın içine dâhil ederek dünyanın diğer toplumlarının da aydınlanmasına önayak oldu. Böylelikle, toplumsal bilincin ve sosyal içerikli bu sivil hareketin yolunu açtı.

Kadın sanatçılar, oluşan kolektif bilinç sonucu, sanat içinde her zaman varlığını göstermiş olan “cinsiyet” temalı performans sanatı icra etme yoluna gittiler. Örneğin; ilk 1965 senesinde Japon kadın sanatçı Yayoi Kusama’nın “New York Happening”leri sanat dünyasında çok ses getirdi. Daha sonra ünlü performans sanatçısı Allan Kaprow’ın 1970’te icra ettiği sanat da çok konuşuldu. O dönemlerde video, genç kadın sanatçıların kolaylıkla kavrayıp yine kolaylıkla uyguladığı bir sanat dalıydı. Bu anlamda Martha Rosler’in 1975 senesinde yaptığı, siyah-beyaz 6 dk’lık video çalışması ( Letter K, from Semiothics of the Kitchen) akıllarda kalan bir çalışma.

Yeni kamu sanatı, içinde pop kültürün de imajlarını barındıran reklam panoları ve el ilanları ile Amerika’da yeni bir hareket başlattı. Böylelikle yeni bir dil ve anlatım oluştu. Artık zirvede hiç olmadığı kadar çok kadın sanatçı vardı. 1990’larda, Sovyetler Birliği’nin düşüşü jeopolitik anlamda dünya sanatına değişiklikler getirdi. Doğu bloğu sanatçıları, yeni çalışma ve üretim teknikleri ile farklı düşünce ve farklı satış metotları sunarak var olan “pazar ekonomisi”ne yenilik getirdiler. Dünyadaki küreselleşme ile beraber coğrafi anlamda doğu, batı, kuzey, güney gibi bölünmeler oluştu. Yeni kültürler, dünya hakkındaki farklı düşüncelerini sanatın değişik kollarını kullanarak sundular. Bölünme sonucu oluşan göçmen nüfus ve yıllarca Sovyetlerin ya da büyük devletlerin etkisinde kalan insanlar, yeni bir konuyu sanat dünyasının gündemine taşımayı başardılar: “Post Coloniality” ( sömürgecilik sonrası ). Bu kavram, kimlik olgusunu ve feminist sanatı gölgede bıraktı.

Kadının izleyici-izlenen konumundan çıkarılarak etkin bir özneye dönüştürülmesi feministler için önemli bir olguydu. Kadının seyirlik bir nesne olarak kullanılmasına karşı çıkan bir grup kadın sanatçı 1985 yılında “Guerrilla Girls”adlı bir grup kurdu. Misyonları; evrensel sanatın içinde var olan seks ve ırkçılık konularına karşı mücadele etmek, eşitsizliğe ve cinsiyet ayrımcılığına karşı savaşarak sanat dünyasında seslerini duyurmaktı. Guerrilla Kızlar, bir posterlerinde kadınların modern sanatlar müzesine girebilmesi için “çıplak” mı olması gerektiğini sorarak aktivist eylemlerinde başarılı olup sanat tarihinde yerlerini aldılar. Bu konuda mücadele veren önemli sanatçılar arasında; Sarah Lucas, Cindy Sherman, Louise Boeurgeois, Tracey Emin’i sayabiliriz.

1993’te Rachel Whiteread’in, Tate Galeri’nin “Turner Prize” ödülünü kazanan ilk kadın sanatçı olması, kadının “dünya sanat “sahnesindeki yeri adına önemlidir.

Günümüzde, bazı kadın sanatçılar bedenlerini kullanarak, fiziksel ve zihinsel potansiyellerinin sınırlarını zorlayan performanslarla sanat tarihinde önemli yere sahip oldular. Hafızamda yer edenler arasında; Yugoslav Sanatçı Marina Abramovic’in geçen sene New York MOMA Müzesi’nde gerçekleştirdiği performansı, Türkiye’den Şükran Moral ve Nezaket Ekici’yi sayabilirim.

Dünya sanat piyasasında önemli yeri olan bazı kadın sanatçıların solo şovlarının kadın küratörler tarafından düzenlenmesi gözden kaçmayan önemli bir detay. Örneğin; 1996’da küratör Catherine de Zegher’in aralarında; Eva Hesse , Louise Bourgeois, Agnes Martin, Mona Hatum ve Nancy Spero gibi önemli 37 kadın sanatçıya sergi düzenlemesi bu anlamda dikkat çekicidir. Yine Küratör Francis Moris’in 2007’de Londra Tate Modern Müzesin’de, Louise Bourgeois’e düzenlediği sergi; 2012’de Yayoi Kusama, Tate Modern Müzesi ve Agnes Martin’in şu anda hazırlığı yapılan sergileri bunlar arasında sayılabilir.

Ülkemizde 2012 senesinde İstanbul Modern’de düzenlenen “Hayal ve Hakikat” sergisi de Türk kadın sanatçıların ulusal sanat tarihindeki önemi açısından değerli bir sergiydi. Evrensel bir bakışla, 2008 senesinde Kusama’nın Christie’s Müzayede Evi’nde 1959 yapımı bir tablosu 5 milyon dolara satıldığında, yaşayan kadın bir sanatçıya verilen rekor satış rakamı da sanat tarihindeki yerini aldı. 1960 ve 70’lerin sosyal ve politik hareketlenmeleri genç kuşak kadın sanatçılara ilham kaynağı olurken, ileriki yıllar da onların sanat tarihindeki konumlarını daha da sağlamlaştırdı.


print