“ Unutulmuş ortak belleklerin arkeolojisini yapıyor gibiyim”

Osman Dinç’in son kişisel sergisi Pi Artworks İstanbul’da. Başta metal olmak üzere cam, demir, ahşap, beton gibi farklı malzemeleri kullanarak kavramsal görüşler doğrultusunda “kendi hikayelerini anlatan figüratif” eserler oluşturan sanatçının son sergisi Teorem’de heykel ve fotoğraf çalışmalarını beraber sergiliyor. Heykel sanatının önemli ismi Osman Dinç ile son sergisini konuştuk.

Geçmişten bugüne eserlerinize baktığımda; figüratiften çok geometrik, sade, yalın, nesnelliğini ön plana çıkaran, içinde; insan, kültür, doğa üçlemesinin olduğu çalışmalar görüyorum. Bu anlamda eserlerinizi Minimal Sanat üzerinden okuyabilir miyiz?

Aslında işin yalınlığı minimale götürüyor sanki.. Ama tabii Minimal Sanat, Kavramsal Sanat, Arte Povera bu bizim gençlik dönemimizde yani 60 sonları 70 başları sanatın sözlüğünün yeniden yazıldığı dönem, ben o dönemden miras aldım. Benim eserlerim yalın, minimal gibi görünseler de aslında kendi hikayelerini anlatan figüratif şeyler.

Arkalarında hikayeleri olan çalışmalar..

Evet, sürekli.. Çünkü ben hep anlatıyorum, köy kökenli olduğum için konuşma kültürünün son yaşayanlarından biriyim diyebilirim kendime. Artık her şey yazılıp çiziliyor, görselleşiyor ya, ben dilden kulağa yetiştim. Benim ilk kültürüm oradan geliyor. Aslında biliyorsunuz endüstri kültürü 3 asırlık bir kültür ama bu arada zirai kültür 8-10 bin yıllık bir kültür. Bütün insan mitolojisinin hikayesinin başlangıcı oradan gelir ve tabii ben bundan besleniyorum, gelenek- görenekler diyelim. Onun yanı sıra ben senelerce “Encyclopedia Universalis” in illüstrasyonlarını yaptım ve bilimle çok ilgilenirim. Bilim benim için çağdaş mitolojidir. Bilim ile bugün ki bir takım gerçekleri ortaya çıkarıp, bir yerden sonuçlara varıp, bilgisayar vs. çok güzel şeylere ulaşıldı.. Ama buna rağmen mutlak gerçeklerden hala çok uzaktayız. Bugün ki bilimin yaptığı insanlık mitolojisini bir şekilde yazmasıdır.

Bilim de sanattan besleniyor tabii..

Tabii her ikisi de karşılıklı birbirinden besleniyor. Bir bilim adamı ile sanatçı arasındaki farkı şöyle açıklayabilirim size; İkisi de sezgilerle yola çıkar, bilim adamı genellere, formüllere varmaya çalışır, sanatçı ise tekliğe varmaya çalışır ve gerçekte de yaşamdaki her an istisnai andır. Şu an konuştuğumuz zaman evrende bir daha olmayacaktır, tektir. Şu ağaç, gelecek sene yaprak yapmaya çalıştığı zaman aynı ağaç olmasına rağmen asla aynı şeyi yapmaz. . Sanat bunu ispatlamaya çalışır. Buna antropi diyoruz. Tamamen her şey buna bağlı. Yaşamak, ihtiyarlamakta bununla ilgili..

Yani siz o zaman daha çok doğadan ilham alıyorsunuz diyebilir miyiz?

Evet.Daha doğrusu bir şeyler yaparken, ne yaptığımı bilmesem bile böyle düşünüyorum. Bunun benim işlerimi etkilediğini biliyorum. Bazen öyle bir şey oluyor ki; bir yerde bir zamanlar bir şekilde kullanılmış bir enstrüman gibi oluyor işim. Unutulmuş ortak belleklerin arkeolojisini yapıyor gibiyim bu sonuca vardım. Çünkü sanat, hani söylerler ya; bilinçaltı ile bilinç üzerindeki küçük bir tabakada oluşur.

Freud’un dediği gibi; ”Bilinçaltı sanatın gerçek kaynağıdır”

Iceberg gibi % 80’i suyun altında bilinçaltımız, % 10’u görüneni. Onun için sanatçı bilinçaltını yansıtır.

Yeni serginizin başlığı kanıtlanabilen bilimsel öneri olarak bildiğim “Teorem”. Neden bu isim?

Kanıtlanması mümkün olan fakat henüz kanıtlanmamış olan. İşin sübjektifliğinden ötürü.. Ben diyorum ki bu böyle, ben onun illüstrasyonunu yapmış oluyorum. Mesela yuvarlak bir küreye benzer son iş çok ağır, kalın 8 mm’lik demirden ve iç içe dönen parçalar içinde de cam küre var. Bir şekilde evrenin görünen saydam kısmı % 5- % 4, % 95 ‘i bilinmiyor gibi.. Kara madde- kara enerji deniyor ya ondan hareket ederek yaptığım bir çalışma.

Eserlerinizi, hem etrafındaki hem içindeki boşluğu dışa vuran; mekan, ağırlık, denge, yerçekimi gibi olgu ve kavramları irdeleyen işler diye algılayabiliyoruz..

Doğru, zaten genelde böyle. Bir de tabii bunun içine cam koyarken, camın etimolojisinden yola çıkıyorum. Cam, cin, cennet bunlar aynı etimolojiden “Cemşit” kelimesinden Farsçadan gelir. Dolayısıyla taşa can vermek gibi bir şey. Cam belki can gibi bir şey.. ve belki otobiyografik olarak benim içimdeki sıkıntılarımı da anlattığı yönünde de yorumlayabiliriz. Tabii bunu bilip hareket etmek istiyorum işlerimde. Niye demir çok kullanıyorum çalışmalarımda daha asil malzemeler var aslında. Birinci neden; Demirciler sülalesinden geliyorum, İkinci neden; % 40’ı demir % 60’ı silikat olan bir cisimdeyiz şu anda. Üçüncü neden; evrende en uzun ömürlü madde olmasıdır. Her madde baştan demire dönüşüyor. Bunlar teorem tabii, hesap.. Bunlar aslında büyük bahaneler ve bugün kendimize anlattığımız hikayeler. Ufkun ötesindeki gerçekler çok farklı olabilir, bunu bilemiyoruz. Aslında temelinde bakarsak, her şeyi bir tarafa ittiğimizde biz hikaye anlatıyoruz Şehrazat gibi.

Her eserinizin arkasında bir yaşanmışlık var.Eseri nasıl oluşturuyorsunuz.

Olmasını isterim. Ama bazen de eserlerin hikâyesi sonra geliyor. Mesela 40 yıl önce bir iş yapmışım. O iş bir başka işi yapmak için fikir verir. Ondan sonra ulaştığınız yere, nereden geldiğinizi o işler gösteriyor. Ama nerede nasıl başladığınızı görmüyorsunuz. Örneğin ben 10 sene resim yaptım, sergilerim oldu. Devlet koleksiyonunda resimlerim vardır. Fransa’ya döndüğümde 77’de, küçük mekanım vardı ve küçük objeler yapıp raflara koymaya başladım. Daha sonra imkanlarım gelişti ve çalışmalarım büyüdü.

Objeler deyince Duchamp’ın “Pisuarı”, “ Bisiklet Tekerleği” gibi “hazır nesneler” ve her nesnenin sanat eseri olabilirliği aklıma geliyor. Daha eski işlerinize baktığımda bu tip örnekleri aklıma getiren çalışmalarınız olduğunu görüyorum, sizin de bu akımdan etkilediğinizi söyleyebiliriz dimi?

Tabii. Bir kere sanat, sanattan karnını doyurur ve biz birilerinin devamıyız. “İnsanlık “ insanlığın devamıdır. Yani aslında tek güzel tarafı da bu. Hepimiz sırası geldiğinde aynı hikayeyi anlatıyoruz. Ama cümleler, malzemeler, diller farklı diyelim. Dil çok önemli, her şeyden önemli.. Kültürü yapan dillerdir.

Giacometti’ye baktığımızda orada ki varoluşsal yaklaşım gibi bir yaklaşım sizin eserlerinizde de var mıdır?

Tabii. İşlerimi fiziksel olarak çok sağlam, aşınamayacak gibi yapmak istiyorum. Bunun için bir eleştirmen bana eserlerimin “miras bırakmak” gibi olduğunu söyledi. Bizim, çok eskilere dayalı plastik sanatlar geleneğimiz yok ve bu bizim görevimiz diyorum ben. Ankara’daki atölyede gençler ile çalışıyoruz ve bu durum onlar için bir kaynak oluyor.

Gençler demişken onlara tavsiyeleriniz nedir? Fransa’dasınız ve heykel anlamında ne gibi farklılıklar görüyorsunuz? Gençlerin vizyonları nasıl?

Türkiye’de sanata İhtiyaç var, gençler bunu doldurmaya çalışıyor. İlk bakıldığında bir farkı yok, her şey enternasyonelleşti. Ancak iletişimin getirdiği yaşanmışlık pek yok gençlerde. Sıkıntı şu; Bir sanatçının sergisi varsa ve ondan önce üretimi yoksa bu büyük bir yanlıştır. Benden eser alan birisi hayatımdan bir parça alıyor, bunun yaşanmışlığı önemli. Bunu bilmeleri ve sürekli üretimde olmaları lazım. Picasso günde 12 saat çalışıp, yaşar gibi üretiyordu. Avignon’lu kızlar ile devrim yapmış ama bir 800 tane de eskizini yapmış..

Bu önemli çünkü çok az heykel sanatçımız var..

Evet, çok ilginç.. Neden? Çünkü heykel yapabilmek için mekan olması lazım. Mekan için bir çok şeyden fedakarlık yapılması lazım. Resimde bir atölye edinmek heykele göre daha kolaydır. Bu sürekliliği olan bir iş ve en önemlisi de bu. Mona Lisa (La Joconde) neden önemli mesela.. Onun arkasında bir hümanizm var, yaşanmışlık var, bir tarih var.. İnsanın gerçek boyutları var. İnsanın kendini sorgulamasını en iyi yapan; edebiyat, sinema, plastik sanatlar ve şiirdir, sanattır.

Bazı işlerinize bakıyorum matematiksel bir tekrar, tempo görüyorum. Bu anlamda Donald Judd, Carl Andre’nin işleri aklıma geliyor..

Estetik bir tempo.. Andy Warhol’dan geliyor.Tekrar, tempo, ritm. Yürümek gibi, düşmemek için tekrar tekrar ayaklarını atmak..

Akbank’ın 20. Yıl sergisinde içinde buğdaylar yer alan paslanmaz çelikten kayık eserinizi çok beğendim. Bu çalışmanız yaşam serüveninin yalın, duyarlı ruhunu yansıttığını düşündürdü bana. .

Evet. Mısır’da arkeolojik kazılarda tohum buluyorlar ve bu tohum 3000 yıl sonra ekilince büyüyor. Korkunç bir şey, zamanı durdurma olayı.. Çok önemli bu. Herkesin ölümsüzlüğü araması gibi değil mi? Kayık diğer dünyaya geçişi simgelemiyor mu? İki paradoks var bu çalışmada. Ben zirai kültüre bağlı olduğum için buğday benim için bir yaşama aracı idi. Dünyada ilk defa bu topraklarda buğday üretiliyor 8000 yıl önce.. Bu eser Fransa’da da sergilendi. Mesela cam içinde buğday olan yerleştirme çalışmam var. Bu çalışma bir yüz metrekare için buğday anlamına geliyor.. ve sanat için para anlamına geliyor. Bu işin esprili tarafı tabii. Küre içinde buğday olan çalışmam var, bu Mısır’daki hikayeye götürüyor beni. “Umut fakirin ekmeğidir” diye bir söz vardır ya, yarına göre beklentilerimizi ifade eder bu söz.. Bu anlamda da buğday, tohum ileriye dönüktür..

Macar kökenli Amerikalı sanatçı Agnes Danes 1982 yılında New York Financial Center’da 9000 m2 alana buğday ekip hasat alıyordu. Bu, yaşamsal değerlerimizin tehdit altında olduğuna ve küreselleşmenin getirdiği tartışmalara o zamanlardan dikkat çeken önemli bir eserdi. Sizin eserleriniz bu çalışmayı hatırlattı bana.İnsanlığın bazı değerleri, önceliklerini de tekrar gözden geçirmesi gerekiyor değil mi? Ekonomik krizler, açlık, küresel sorunlar..

Evet tabii.. Bir arkadaşım bana bir hikaye anlattı. Buğdayın atası yok. Herhangi bir salgın hastalık gelse, ilkel buğday bunlara karşı bağışıklık kazanmıştı ama şimdiki buğday verimliliği adına çarpıtılmış. Bir hastalık gelse insanlık açlıktan ölebilir..

Sizi çok başarılı bir sanatçı yapan, sizin çalışmalarınızı ön plana taşıyan faktörler neler?

Yabancılığım. Bir zamanlar Bursa’da resim bölümünde hocalık yapıyordum. Fransa’da birçok şey gördüm ve geldim. 70’lerde bir dönem siyasi çatışmalar vardı ve o dönem koşullarında yurtdışından gelip de Michelangelo gibi örnekler vermek mümkün değildi. Yurtdışına geri döndüm ve orada geri çekilip bakma olanağım oldu. Yalnızlık önemli bir etki. Sanat eseri yalnızlığın ürünüdür. Diğer yalnızlıkların kendinde onu hissettiği zaman önemlidir. Herkeste bir yalnızlık ve nasıl yaparım düşüncesi var bu yaratmanın ürünüdür. Şimdi sanatta Marcel Duchamp’ın önemi de buradan gelir, bakış açısından. Genelde İki tür sanatçı vardır. Birincisi kuralları kabul edip, onun içinde devrim yapan sanatçı ..Brancusi gibi. İkinci bir sanatçı var, sanata dışarıdan eleştirel gözle bakan Marcel Duchamp gibi.. Ben Brancusi tarafındayım ama biliyorsunuz Duchamp, Brancusi’nin ona verdiği heykelleri satarak geçinmiştir. Sürekli bir sorgu..

Beuys gibi ..

Evet o sürekli sorgular. Beuys’un getirdiği bir şey var en önemli şey; Davranış. Davranış benim heykelimin kaidesi oldu. Demirin bana gelen hikayesi var ben bunu çalışırken buna saygı duyarak üretiyorum. Bir yerde ekolojik bir tavırla ve bu da yalınlığı sebeplerinden birisi oluyor.

Heigel: “Sade ama basit olmayan, yalın ama yavan olmayan bir güzellik anlayışıdır minimalizm” der.

Evet, evet yalın buradan geliyor.İki parçadan nasıl heykel yaparım diye düşünürüm.

En beğendiğiniz sanatçılar kimlerdir?

Giovanni Anselmo. Art Povera.. Bir de Mario Merz çok çok önemlidir tabii.. Ama Anselmo benim için önemli bir isim.

Kounellis için ne düşünürsünüz?

Kounellis benim için daha çok şairdir. Fikirlerini çok beğenirim.


print