National Gallery’de ‘Goya: The Portraits’ Sergisi

Londra Kraliyet Sanat Akademisi’nde geçtiğimiz Ekim ayında açılmış olan “The Portraits” isimli Goya sergisinin haberine, daha önceki gazete yazılarımın birinde de kısaca yer vermiştim. Gerçekçi ve eleştirel üslubuyla, sanat tarihinde apayrı bir yere sahip olan usta sanatçının tüm gelenekleri bozarak ürettiği eserlerin, önemli bir bölümünü sunan bu sergiye daha detaylı bir şekilde yer vermek istedim.

18.yüzyılın politik ve sosyal yapısını anlamak adına akla ilk gelen isimlerden biri olan İspanyol sanatçı Francisco de Goya sanat hayatına 1771 yılında kiliselere yaptığı fresklerle başlamıştır. Sanatçı kariyerinin ilk yıllarında Velazquez, Rembrandt gibi usta sanatçılardan etkilenmiş ve eserlerinde güncel hayatın gerçekliğini dramatize bir dil ile aktarmıştır. Güçlü bir gözlem ve yorumlama gücü Goya’nın sanatının özetidir demek yanlış olmayacaktır.

1788 yılında İspanya Kralı 4. Carlos’un ressamları arasına katılan Goya, 1799′da sarayın baş ressamı haline gelmişti. İçinde bulunduğu koşullar sebebiyle ilgisini günden güne kişilerin iç dünyalarına yönelten sanatçı artık modellerinin rengi ve duruşu kadar ona hayat veren duyguları da görmeye ve anlamaya başlamıştır.

Sergide sık sık karşılaştığım eserlerde, sanatçının kariyeri boyunca kendi entelektüel çevresinden, İspanya Kralı 7. Ferdinand’ ta kadar pek çok otorite sahibi figürün portrelerini yaptığını ve onların toplumdaki rollerinden çok gerçek karakterlerini yansıtabilmeyi amaçladığını görüyorum. Öyle ki 1793 yılında yaşadığı sağırlık probleminden sonra bile modellerinin söylediklerini duyamasa da onların içsel hayatlarını ve dışa aktarmak istedikleri kişiliklerini hissetmeyi başarmış ve bunu muazzam bir şekilde tuvaline aktarmış bir sanatçıdan söz ediyoruz. Goya’nın tüm resimlerinde İspanya ve hatta tüm Avrupa’nın geçirdiği çalkantılı dönemleri görmek mümkün. Sanatçı toplumsal olayları çok başarılı ve eleştirel bir bakış açısıyla ele alıyor. Karanlığı en iyi tanımlayan sanatçılardan biri olan Goya’nın endişeli ve korku dolu eserlerin doğuşunda etkili olan bir diğer temel sebebin de yaşadığı bu sağlık sorunundan kaynaklandığını düşünmemek mümkün değil.

Sergide yer alan, klasik anlayıştan ve kurallardan uzak ama bir o kadar muazzam görünen her bir ayrı eserin şaşırtıcı derecede natüralist bir tavır içeriyor olması gözüme takılan ilk detay oldu. Tabloları oluşturan salaş fırça darbeleri nasıl olmuştu da bu denli detaylı bir gerçekçiliği yaratabilmişti? Portre ressamlığında alışkın olduğumuz, ince ince boyanmış ve detaylandırılmış yüzeylerin egemen olduğu bir eğilime karşın, Goya’nın eserlerinde sıklıkla daha serbest bir tutum gözlemleyebiliriz. Sanatçı pek çok eserinde izleyenlerin zihinlerinde tamamlamalarına izin verecek boş alanlar bırakmıştı. Öyle ki kendisinden sonra gelecek olan sanatçılar onun fırça darbelerinin izinden giderek kendilerine daha içsel, daha özgür bir üretim süreci yaratabilmişti.

Goya’nın 1789’ da resmettiği “Andrés del Peral” isimli çalışması sergide yer alan en önemli eserlerden biriydi. Bu resimde, Peral’nın beyaz ve yeşil çizgilerden oluşan yeleği empresyonist bir anlayışla tuvale aktarılmıştı. Kumaş kıvrımları üzerinde yaptığı küçük fırça oyunları ve mücevher gibi parıltılı objeleri resmetmek konusunda tam anlamıyla bir usta olan sanatçının bu eseri karşısında büyülenmemek mümkün değildi. Sağ elini yeleğinin içine gizlemiş olan figürün verdiği poz, onun yüzünün diğer tarafındaki felçli görünümü gizlemeye yetmiyordu. Bilakis sanatçı bu gerçekliği tüm çıplaklığı ile göstermek istiyor gibiydi.

Goya, karşısında gördüklerini ortaya çıkarmaktan korkmuyordu. 1830’lu yıllarda Madrid’deki Prado Müzesi’nde “The Family of Charles IV” (1880) isimli tablosunu gören Fransız bir ziyaretçi, sanatçının resmettiği İspanyol Kraliyet ailesinin portesi için piyangoyu kazanmış bir bakkal ailesine benzediği yorumunda bulunmuş. Aslında Goya’nın yaklaşımı dürüst ama acımasız değil kanımca. Bu resimde yer alan aile üyelerinin, özellikle çocuklar ve yaşlılara ait portrelerin büyük bir empati içerisinde işlendiğini gözlemlemek mümkün. Ayrıca sanatçının, Charles’ın eşi Louisa’yı aile üyelerinin tam ortasında resmederek, kadın figürünü yüceltiyor olması hoşuma giden bir detay oldu.

Son olarak “Osuna Ailesi”nin portrelerinin resmedildiği tablo sergide yer alan ilginç eserler arasındaydı. Goya bu eseriyle, dönemin aydınlarından olan aileye daha da modern bir görünüm kazandırmak istemişti. İspanyol Dük’ü olan baba figürü ayakta, en büyük kızlarının elini tutuyor, diğer çocuklar yerde oyun oynuyor ve koltuğunda oturmakta olan Dük’ün zarif hanımı elinde tuttuğu kitabı sayesinde eşi ile aralarında entelektüel anlamda herhangi bir fark olmadığına vurgu yapıyordu. 1788’tarihi bu önemli eseri ve sanatçının ruh halini birebir yansıtan oto portreleri dahil elliden fazla Goya tablosunu yolunuz Londra’ya düşerse 10 Ocak 2016 tarihine dek Londra Kraliyet Akademisi’nde mutlaka görmelisiniz.


print