New York Paul Kasmin Gallery’de Mayıs ayında açacağınız solo sergiyle başlamak isterim. Yunan Mitolojisine dair yoğun göndermeler içeren “Golden Age/Altın Çağ” serinizde izleyiciyi neler bekliyor; serginin içeriğinden ve hazırlık sürecindeki zihinsel dinamizminizden bahsedebilir misiniz?
Bu hali hazırda devam ettiğim Altın Çağ serisine ait son resimlerimin yer aldığı küçük bir pop-up sergi. Bu serime ait toplam dört-beş tane işim galerinin proje mekanında gösterilecek. Serinin tümünün gösterilmesine daha vakit var. Bu seriye 2012 yılında başladım. Bir heykel ve 11 resim oldu. Bir bu kadar daha yaptığım zaman sanırım sergileyeceğim.
Bu seri benim ruhuma çok iyi gelen bir süreç, kendimi özgürce bırakabildiğim, hayal kurabildiğim politik olarak doğru olmak zorunda olmadığım bir süreç onun için çok mutluyum ve hiç bitmesini istemiyorum aslında… Altın Çağ, hayallerim ve mitolojik öyküleri birleştirerek, klasik resimleri birbirine harmanlayarak kendini geliştiren bir seri oluyor.
Hem yerli hem yabancı sanat ortamı Taner Ceylan’ı hiperrealist resimleriyle tanıdı. Ancak son yıllarda klasik resmin sınırları içine giren, Yunan heykellerindeki mükemmel anatomik gücü yansıtan işlerle izleyicinin ilgisini uyanık tuttunuz. Bu değişim ya da yönelimin kaynağını nasıl açıklarsınız?
Çok planlı programlı bir durum yok ortada ama işler ortaya çıktıkça görüyorum ki, fotoğrafın gerçekçiliği ile klasik resmin gerçekçiliği aynı yeraltı suyunda birleşiyorlar. Tam tanımlayamıyorum ama gerçekçilik konulardan bağımsız olarak kendisini sürdürüyor. Klasik resmi örneğin fotoğraf gibi yapmak için uğraşmıyorum. Rönesans’taki ustaların yaptığı gibi yapıyorum, oldukça gerçekçi yani. Daha önceleri nasıl boksör resmime bakıldığı zaman şiddeti teslimiyeti ve kanın görülmesini istiyorduysam, şimdi de bakıldığında bir Rönesans resmine bakılmasına istiyorum.
Taner Ceylan’ı ayrıca genç sanatçıları destekleyen, öncülük eden bir mentor olarak da görebiliriz. Genel itibariyle Türkiye’deki genç sanatçıların eğilimlerini ve üretim pratiklerini nasıl değerlendirirsiniz?
Gençlik dediğiniz şey bütün dünyada aynı, hele bu zamanda aynı şeyleri izliyorlar aynı şeylere gülüyorlar aynı şeyleri arzuluyorlar; ama ülkenin siyasal ve ekonomik koşulları, farklı dinamikleri, bu gençlerin yaratıcı gücünü farklı kanallardan besliyor. İnanılmaz dinamik yaratıcı bir gençlik var bu ülkede.
Bir çok şeyin buluştuğu çarpıştığı bir toprağın üzerindeyiz inanılmaz katmanlı ve zengin düşünce yapısına sahip gençler bunlar.
Ne var ki dünyaya açılan iletişim kanalları İstanbul’da olduğu için, İstanbul’da çalışanların, atölyesi olanların daha büyük şansı oluyor. Çok sayıda başvuru oluyor bana, ülkenin dört bir yanından her gün dosyalar geliyor. Hepsiyle ilgilenmem söz konusu olamıyor, ama dikkatimi çeken çok yetenekli gençlere elimden ne geliyorsa destek olmaya çalışıyorum.
Bir önceki soruyla kısmen bağlantılı olarak; son yıllarda gerek ünlü müzayede evleri gerek artist residency’ler gerekse de bienal ve sergiler sayesinde gelişen yurtdışı görünürlüğümüzden bahsetmek isterim. Türk sanatçıların uluslararası düzeydeki bilinirliği gurur verici şekilde arttı. Bu gelişim sürecine dair sizin gözlemleriniz nelerdir?
Dünya sanat ortamı iki kanaldan ilerliyor: birincisi küratörlerin oluşturduğu ilişikler zinciri ve ağlar, ikincisi de galeriler üzerinden.
Küratörler üzerinden gerçekleşen etkinliklerin içeriğine bakmak lazım, genelde bu sergiler estetik kaygılardan ziyade politik kaygılara ve söyleme sahip oluyorlar. Bunlar açıkçası benim pek ilgimi çekmiyor, çünkü yapıtı anlamak için size tonlarca alt metin sunuyorlar yani küratör de serginin ve işin bir parçası haline geliyor. Benim dikkatimi verdiğim gündelik politikadan ziyade, estetik, ruhsal ve çok daha insanlığın derinlere hitap edebilecek sanatçılar ve sergiler. Bunu başaran çok önemli küratörler de var. Çünkü gündelik siyaset değiştiği zaman onun üzerinden yapılan sanatta geçerliliğini yitiriyor.
Yurtdışındaki her Türk sanatçısı iyi sanatçı demek değildir aynı şekilde her yabancı sanatçının da iyi sanatçı olmadığı gibi.
Son sorum ise sanat ortamının bir diğer figürü koleksiyonerlerle ilgili. Dijital çağın bir getirisi olarak Türkiyeli sanatçıların global sanat çevrelerine hem fikirsel hem üretim anlamında entegrasyonu kolaylaştı. Sizce koleksiyonerler de bu vizyon gelişiminden paylarına düşeni alabildiler mi? Eseri dekoratif bir obje olmanın ötesinde değerlendirecek nitelikteki bir alım ortamından bahsedebilir miyiz?
Türkiyeli sanatçıların global sanat çevrelerinde hem fikir sahibi hem üretim anlamında entegrasyonunun kolaylaştığına pek inanmıyorum. Önünüze bir kağıt kalem alın ve bir liste yapın aklınıza gelen ve sevdiğiniz uluslararası 20 sanatçı arka arkaya sıralayın. Sonra da bu sanatçıların milliyetlerine bakın. Durum burada çok netleşiyor.
Bunun değişmesi için galerilerin, sanat kurumlarının, koleksiyonerlerin rolü çok büyük, hep birlikte çok çalışmak gerekiyor. Sanatçı elinden geleni yapıyor bahsettiğim gibi yaratıcı güç burada, mutfak var, yemek var fakat servis edecek garson ve restoran?
İstanbul’dan bir sanatçıyı Guggenheim’a hangi koşullarda sokarsınız ve MOMA’ya. Burada sanatçı tamamen pasif, rol terazinin diğer tarafındaki aktörlere düşüyor.
Türkiye’de çok ciddi koleksiyonlar oluşmaya başladı, özellikle spesifik koleksiyonlar çok heyecan veriyor. Sırf portre biriktiren, sırf video işi biriktiren veya erotik sanat toplayan gibi. Eserin bir dekoratif obje olarak görüldüğü dönemi atlattık bunu biliyorum gerçekten bu koleksiyonu tutkuyla aşkla yapan koleksiyonerler var, dediğim gibi asıl mesele bundan sonra başlıyor. Beni en çok sevindiren durum da tüm bu zor koşullara rağmen bu noktaya gelinmiş olması. Ben çok umutluyum. Diğer taraftan da özünde çok inançlı olduğumu da eklemem lazım. Herhangi birisi bana uzaylıyım dese, tereddüt etmeden hangi galaksiden diye sorarım.